4 Eylül 2009 Cuma

Aleviler Neden Camiye Gitmezler


www.alevicanlar.net


Anadolu Alevileri Allah'a inanırlar. Allah'ın birliğine, Hz. Muhammet'in peygamberliğine ve Hz. Ali'nin veliliğine inançları tamdır. Hatta bunu; "Allah-Muahammet-Ali" üçlemesi ile ifade ederler. Ayrıca Kuran'ı kutsal kitapları olarak görürler. Kuran, Hz. Muhammet zamanında değil de daha sonraki halifelerden, önce Ebubekir, sonra Ömer tarafından sahabelerden alınan bilgilerle yazıya geçilmesi sırasında tartışmalar nedeni ile toplanan bazı ayetlerin ve hadislerin yok edildiğini, yakıldığını da iddia ederler. Eldeki Kuran'ın 3. halife Osman zamanında oluşmuş olduğundan da bazı çekinceleri vardır. Bu düşüncelerini eskiler; "Kuran'a kalem karıştı" diye ifade ederler. Ayrıca, 620 yıllarının Bedevi Arap toplumunun sosyolojik yapısına uygun getirilen kurallarla değişen sosyal ve toplumsal şartlara rağmen dünyanın sürgit bu kurallarla yönetilmeye kalkılmasının sıkıntılar yaratacığını düşünürler. Bu nedenlerle Allah'ın dünyamız ve insanlık için söyledikleri Kuran'ı Batıni yoruma tabi tutarlar. Kuran'ın ilham kaynağı olması gerektiğine inanırlar. Bu nedenle de Hz. Ali'yi "Kuran'ı Natık" yani "Konuşan Kuran" olarak değerlendirir ve buyruklarına önem verirler. Namazın 5 vakit veya 3 vakit olmasını, 30 gün tutulan Ramazan orucunu, İslamın 5 şartından biri olarak görmezler. Örneğin, Kuran'da 5 vakit namaz kılmanın ne sayısı, ne şekli, ne de yeri olmadığına Aleviler inanırlar. Namazın bu biçimde ve 5 vakit kılınmasının İslama Emeviler ve Abbasiler zamanında konan kurallardan biri olduğuna inanırlar. Şiilerin namazı 5 değil de 3 vakit kılmalarını da Şiilerin namazı 5 değil de 3 vakit kılmalarını da Şiilerin oluşturduğu bir kural olarak değerlendirirler. İslamın 5 şartı olarak ifade edilen şartların da Kuran'da olmadığını, bunların da İslama sonraki dönemlerde girdiğini kabul ederler. 30 gün orucun da Kuran'da olmadığını söylerler. Gerçekten de Kuran incelendiğinde; oruç ve ibadetten bahseder. Ama ne orucun süresi, ne de ibadetin biçimi ve sayısı Kuran'da yoktur. Ayrıca Kuran'da camiden ve camide kılınan namazdan da söz edilmiyor. Bu da gene daha sonra İslama giren kurallardan birisidir. Aleviler bu düşüncelerini Kuran'daki bazı ayetlere dayanarak ileri sürerler; Örneğin ibadetin biçimi ile ilgili olarak Ali İmran Suresi 191. ayette; "Onlar ki, ayakta iken, otururken, yatarken Allah'ı anarlar" şeklinde olduğunu anımsatarak ibadetin bazı kurallara bağlanamayacağını, bunların göstermelik ve şekilcilikten kaynaklandığını düşünürler. Aleviler, "Her oruç tutmayan, namaz kılmayan Müslümanları biz İslamdan saymazsak bu büyük bir çoğunluk oluşturan insan toplumunu İslam dini dışında saymak (kafir) anlamına gelir ki, buna kimsenin hakkı yoktur. Ayrıca bu İslam'a da aykırıdır"diyorlar. Bu konuda Kuran'ın Nisa Suresi'nin 94. ayetinde; "Size Müslüman olduğuna bildiren dünya hayatının geçici menfaatlerine gözdikerek, sen mümin değilsin demeyin"diyor. O halde İslama sonradan konan şartlar olan 5 şartı yerine getirmeyene İslam değilsiniz denemez. Aleviler ibadetin ille de camide yapılması gerektiğini de kabul etmiyorlar. Onlar "Yeryüzünün tümü ibadet yeridir" diye düşünüyorlar. İbadet için camiye gitmek gibi bir zorunluluğu gerekli görmüyorlar. Kendi inançlarına göre; cami etimolojik anlamda tapınak değil, toplantı yeridir. İslamiyetin ilk yıllarında Hz. Muhammet bir ibadet yeri yapmaya gerek görmemiştir. Çünkü belli bir tapınak oluşturmak ve düzenli olarak sadece orada ibadet yapmak onun getirdiği inanç sistemine aykırıdır. Nitekim o yıllarda ibadetin özellikle gece yapılması, gösterişten kaçınılması isteniyordu. Bazı müslümanların Mekke-Medine yolu üstünde Kuğba Köyünde yaptırdığı Camiyi Hz. Muhammed, "Dedikodudan başka bir şeye yaramıyor" gerekçesiyle yıktırmıştır. Peygamber elbette bunu Allah'ın ilhamına aykırı olarak yapmaz. Bu konuda Kurandaki 2 ayet ilginçtir. İşte Tövbe Suresin'de 107. ayet: "Zarar vermek, inkar etmek müminlerin arasını açmak Allah ve Peygamber'ine karşı savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescit kurup, biz sadece iyilik yapmak istedik diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah'da şahittir." Bu ayetin devamındaki 108. ayette ise; bakın Kuran ne diyor: "Ey Muhammed, o mescide hiç gitme, Allah'a karşı gelmekden sakınanlarla bulanman daha uygundur. Orada arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak isteyenleri sever." Demek ki ibadet yapmak için cami şartı aranamayacağı gibi her yapılan camiyi "Allah'ın Evi" olarakda görmek de doğru değildir. Aleviler, Allah için ille de şu şartlar yerine getirilerek yapılır gibi katı kurallara katılmıyorlar. Kuran'daki bir ayet bu düşünceyi doğruluyorlar. Bakın Hadid Suresi 4. ayet ne diyor. "Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir. Allah ne yaptıklarınızı görür." Namaz ve cami ilişkisini Hacı Bektaşi Veli soyevlatlarından A.Celalettin Ulusoy "Alevi Bektaşi yolu" kitabında bakın şöyle ifade ediyor: "Hz. Muhammed'den sonra halifeler özellikle Ümeyyeoğulları ve Abbasoğulları istedikleri düzeyde manevi saygınlığa sahip olamamışlardı. Hükümranlıklarını güçlendirmek için, İslam toplumunun her kesimine ulaşan bir propagandaya gereksinme duyuyorlardı. Bunun o çağda en kolay ve etkili yolu topluluklara hitap etmek şekli idi. Bu amaçla Müslümanların belli saatlerde belli yerlerde toplanmaları ihtilal çevrelerincede teşvik ediliyor ve hatta zorunlu tutuluyordu. Nitekim, Emeviler zamanında camiler Ali'yi ve onun soyunu kötülemek için konuşma yerleri olmuştur." Bu ve benzeri nedenlerle ibadet için camilere gitmeyen Aleviler-Bektaşiler ibadetlerini,Cemlerini uygun evlerde yapıyorlar. Cemiyet evi veya Cemevi adı ile toplantı yapılan Cem yapılan binaları bulunan köy sayısı yok denecek kadar az buluyor. Aleviler'in Cemine kadın-erkek, yaşlı-genç herkes gelebilir. Dede önderliğinde ve bağlama eşliğinde ibadet yapılır. Oturuş biçimi ise toplumsal ilişkiyi geliştiren, küskünlükleri gideren, kin ve düşmanlık kapılarını kapatıp, barışa kardeşliğe yönelmeyi kolaylaştıran içtenlikli bir ibadet tarzı olarak yüz yüze, cemal cemale oturma biçimindedir. Allah'a ibadet ve dualarla birlikte sohbet, yardımlaşma, kişi ve toplum sorunlarına çare bulma imkanları sağlayan toplu tapınma biçimidir. İnsanın insana yakın olması bu biçimde daha kolay oluşuyor. Duvara değil cemale, "Didar-ı pak'e" yani temiz insan yüzüne bakmak, insanın yaptığı cami binasından önce Allah'ın özenle yaratıp, "Bütün meleklerin secde ettiği" insanı kutsal görmek Alevilerde ibadetin esasını oluşturuyor. Bu anlayışla Aleviler; "Secde ademedir", "Hak ademedir" düşüncesiyle insanı, insan sevgisini dinin esası haline getirmişerdir. Alevi-Bektaşinin ibadet tarzını bir ozandan örneklemek gerekirse bakın Edip Harabi ne diyor: "Zühd ü riya ile olan ibadet Hatadır Hz. Settar'a karşı Böyle namaz ile olamaz ümmet Hiç kimse Ahmet-i Muhtar'a karşı Tarikatsız mü'min olamaz kimse Nur'u nübüvvetle dolamaz kimse Hakk'ı Peygamber'i bulamaz kimse Yatup kalkmak ile duvara karşı Allah gözlerine çekmiş bir perde Yok dersin Allah'ı gökde ve yerde Gösterelim gelde gör Hakk'ı nerde Secde edersin Didar'a karşı"
alıntıdır





--------------------------------------------------------------------------------


Degerli canlar.Asirlardan beri Alevileri camiye gitmedikleri icin, ramazan orucunu tutmadiklari icin dinsizlikle suclayan sunni kardeslerimiz,Alevileri dinden cikmis gibi bir takim kelimeler kullanarak alevilere hakaret etmislerdir. biz aleviler ne kadarda bizim namazimiz killindi, Hz.Ali camide vuruldugu icin camiye gitmiyoruz desek de esas olarak camiye niye gitmedigimizi, neden bes vakit namaz kilmadigimizi Kuran'i Kerimi'in ayetleri ile asagida ele alacagiz. Biz Aleviler olarak kimsenin ibadet sekline, anlayisina müdahele etme gibi bir düsüncemiz yoktur.Yanliz hic kimsenin de biz Alevileri camiye gitmedigimiz icin sorgulama hakki da yoktur.Biz aleviler olarak duvara bakarak secde etmeyiz, biz, tipki meleklerin ademe secde ettigi gibi insani esas alir insana secde ederiz.


Allahu Taala Resulullaha ayet vahyederek camilerde namaz kilinmasini yasak etmis ve Hz muhammed dahi camileri yiktirmis,nitekim tevbe süresinin 107.nci ayeti"velleziynettehazü mesciden diraren ve küfren ve tefriykan beynelmünümüniyle ve irsaden limen hareballahe ve resülehu minkablü veleyehlifünne in erdni illel husna vallahü yeshedü innehüm lekazibüne."

Türkcesi: Müminlere zarar vermek ve gönüllerinde sakli duran düsmanligi kuvvetlendirmek icin namaz kilmaga mescit meydana getirdiler.Bunlar Müslüman olmadan önce Hazreti Muhammed'le harbeden münafiklardir. Müminlerin arasini acmayi inlari birbirine düsürmeyi akillarina koymuslardi.Ya Muhammed Müslümanlar, seninle birlikte namaz kilsin ve zikretsin diye böyle genis mescit,cami yaptik derler,Allahu Taala dahi sahitlik eder ki,onlar yeminlerinde yalandir.


Tevbe süresinin 108. ayeti:"Lâ tekum fiyhi ebeden lemescidün üssise alettakva minevveli yevmin ehakku en tekume fiyhi ridâlün yühıbbüne enyetetahherü vallahü yuhıbbül
muttahhirriyne."

Türkcesi:Ya Muhammed kalkma ve ol mescitlerde ebediyen namaza durma. Evvelce Tanri korkusu üzerine yapilan mescidi evvelde hakka ibadet hakli ve lazim bir ibadetti.Orada rizaullah icin kötü ahlaktan hem kendilerini pâk etmeyi ve hemde kötü ahlaktan onlari sevmeyi bilen bir güruh vardir.(onlar ile ol)

Hazreti Peygamber'e ol mescitlere Müslümanlari gitmeyi yasak eden bu ayetin altinda yazili olan mesruhata göre;

Cenabi Hak Hazreti Muhammede o islamlarin yaptiklari mescide gitme buyurdugu zaman Peygamber efendimiz ashaptan bir kac kisiye emredip ol islamiz diyenlerin yaptiklari mescidi yikip orasini süprüntüler ile doldurdular.(Kenarli KurÄan-i Kerim tefsiri sahife: 203).

Kissasi enbiya tarihinde bu vaka hakkinda söyle bir kayit vardir:Hazret Muhammede ayeti Kerime ile ilham edilmesi üzerine hemen Hazreti muhammed dahi Malik Ibni Dahsem ve Ibni Adi ile bir heyet göndermekle varip Müslümanlarin ol mescitlerini yani camilerini yiktilar.

Ayni hâdise üzerine baska bir tarihi vesika da sudur:

Tarihi Taberi 2.cilt kenarinda alti parmak kitabinin 306.sahifesinde bu meseleden bahsedilirken sunlar yazilmaktadir.

Vakti saatle müslümaniz diyenlerin yaptiklari camilerde namaz kilmak icin Hazreti Muhammede teklif edilmis idi.Bu teklif üzerine Cebrail Aleyhisselam nazil olup, "ol Camilerin yikilmasini sana emretti"ayeti kerimesini getirince, namaz kilmak icin yaptiklari mescidi Hazreti Resulullah farzi Kur'anla yiktirdi.Hazreti Muhammed'den sonra camiyi Halife Ömer yaptirdi.

Kültür hareketinin cok ilerledigi, insanoglunun aydinliga dogru kostugu zamanimizda bile bir cok insanlar ellerinde birer cami makbuzu, kapi kapi dolasip cami icin para toplayan bu insanlar köylerinde bir okul binasi yapsalardi, veya her hangi bir fakire yardim etselerdi veya köylerine su getirmek icin makbuz bastirsalardi daha büyük hayir islerlerdi.Hakikati söyleyeyimki,ibadet icin,Kur'an da mescit ve camiye ihtiyac yoktur.Bol bol okul acip ilim ögrenelim cahillikten kurtulalim.Fabrika acalim.Köylerimize su getirelim, yol yaptiralim. yetimlerimizi koruyalim.Allaha layik bir kul oldugumuzu isbat edelim.

Yukarida verdigimiz örneklerden de anlasiliyor ki, Hazreti Muhammed o mescide ebediyen gitme ayetinin inmesi üzerine o mescidi yiktirdiktan sonra mescit yaptirmak icin herhangi bir ayet gelmemistir.Ancak Ömerin hilâfeti zamaninda bir eseri bidat olarak yeniden cami ihya ve insa edilmistir.Muaviye,Yezit Abbas ogullari,Osmanogullari zamaninda halk cami yapmaya Tanri ile kulu arasinda büyük binalar ve yüksek minareler yapmaya icbar edildi.Hakiki müslümanlik Kur'a da yazili oldugu gibi camisiz, minaresiz,olarak huzuru kalbi ile Allah'a inanmak ve daimi ibadet etmektir.

Camiler ayeti ile yikildiktan sonra ibadetin evlerde yapilmasi icabetmekte idi.Esasen bu hususta da ayetler vardir:

Yunus süresinin 87. ayeti:Ve evhaynâ ilâ müsâ ve ehiyhi en tebevve âli kavmikümâ bimısre büyüten vec'âlü büyüteküm kibleten ve akimusselate ve bessirilmü'miniyne".


Türkcesi:Ya Muhammed biz Musa ve kardesine kavimleri icin Misirda ev alip yerlesmelerini emrettik.Siz ve kavminiz hanelerinizi kibleye ve namazi döndürüp musalla edin.Erkan ile eda edin,Ya Musa evlerinde dua ve niyaz eden müminlere dünyada kurtulus ve ahirette cennet derecelerini müjdele.

Namazin camide degil evlerde kilinmasinin Kur'anla farz edildigine dair baska bir ayeti kerime:Nur suresinin 36.ayeti"Fiy büyütin ezinallahü en türfea ve yüzkere fiyhesmühu yüsebbihu lehu fiyhâ bilğudüvvi uel'âsâli."

Ya Muhammed kendi evlerinde ibadet edenlere Tanri Taala tarafindan tazim olunup sevap derecelerinin yükselmelerine izin verip emreyledi.Onlar sol güruhtur ki, evlerinde Allahu Taalaya ibadet zikrü tesbih edenlerdir...

Yukarida bahsettigimiz mevzu hakkinda söyle bir hadisi nebevi vardir.Lâ yukbelül cami illâ bil camiil misr."

Türkcesi:Sen baska camilere yakin olma.Kalp camiinde Tanriya yalvar.

saygilar

Aleviler camiye niye bu kadar karşı? Orası da sonuçta Cem Evi gibi bir ibadet yeri değil mi?
-Aleviler caminin mimarisine karşı değiller. Binalar masumdur. Ayrıca gelenek yerleşmiştir, ona saygı duyarlar. 600'lü yıllarda o zamanlar bugünkü medya olmadığı için insanlar birbirlerine haber verebilmek için camileri seçermiş. Toplanır konuşulurmuş. O dönemde bu toplantılar Hz. Ali'ye ve taraftarlarına hakaret edici bir yer haline gelmiş. Aleviler buna tepki göstermek için camilerden uzak durmuşlar. Zaten o zamanki camiler bugünün görkemli yapıları değil, daha çok mescit gibi yerler. Bugünkü cami yapısı Emeviler'den sonra ortaya çıkmış. Türkmenler hiçbir zaman ibadetlerini camide yapmamışlardır, ancak zorla götürülmüşlerdir. Bazen de canlarını kurtarmak için mecburen gitmek zorunda kalmışlardır.

Aleviler


www.alevicanlar.net


ALEVİLER; 25 milyondur...

Aleviler; bu ülkenin yüz akıdır...

Aleviler; aydındır...

Aleviler; iyi vatandaştır.

Aleviler; okuyan, bakan, gören, dinleyen, bilen, anlayan, düşünen insanlardır.

Aleviler; her zaman uygarlıktan yanadır.

Aleviler; inançlarında samimi oldukları için kimliklerini asırlardır acı çeke çeke koruyabildiler.

Aleviler; tarihin bir kanlı hesabını sorarken, sadece kendi dizlerine vurdular.

Aleviler; "incinsen de incitme" derler.

Aleviler; yiğit insanlardır.

Aleviler; çalışkandır.

Aleviler; doğaya saygılıdır.

Aleviler; Allah'ın yarattığı tüm canlıları sevdiler.

Aleviler; kadını ikinci sınıf vatandaş sayarak, bir mal gibi görerek, ona şüpheyle bakarak, insan yerine koymayarak, kapalı kapıların arkasına hapsetmezler.

Aleviler; kadına güvenirler.

Aleviler; yobaz değildir.

Aleviler; saz çalarlar.

Aleviler; dans ederler.

Aleviler; ozanları-şairleri yakmazlar, edebiyatçıları kovmazlar, aydınları vurmazlar.

Aleviler; "el, dil, bel sağlamlığı" isterler.

Aleviler; çağdaş dünyanın reddettiği, akıl dışı hurafelere, batıl inançlara kanmazlar.

Aleviler; Mustafa Kemal Atatürk'ü severler.

Aleviler; ulusumuza çağdaşlık kapılarını aralayan devrim yasalarına yürekten bağlıdırlar.

Aleviler; laik cumhuriyete sahip çıkarlar.

Aleviler; dönek değildir.

Aleviler; kendi çıkarları için, hangi iktidar gelse ona yanaşıp yalakalık yapmazlar.

Aleviler; hiçbir zaman küçük hesaplar yüzünden Türkiye'nin aydınlık yoluna ihanet etmediler, etmezler.

Aleviler; vefalıdır.

Aleviler; dürüsttür.

Aleviler; yiğittir...

KÜRT ALEVİLER


www.alevicanlar.net


Kürt Aleviler, öncelikle gerçeklik bağlamında tartışma konusudur. Şöyle k; Kürt Alevilerin aslında Kürtleşmiş Türkmenler olduğu iddia edilmektedir ki bu husus gerçekten güçlü dayanaklara sahiptir. Bu konudaki en önemli araştırma Alevi araştırmacı Cemal ŞENER'in 'Alevilerin Etnik Kimliği' adlı çalışmasıdır. Bu çalışmada Türkmenlerin nasıl Kürtleştiği gözler önüne serilmektedir. Kanımca bu konudaki en güçlü kanıt Alevi ayinlerinin (cem) en temel unsurlarından biri olan deyişlerin hiçbirinin Kürt dilinde olmayışıdır. Kürtçe konuşan Alevilerin cemleri de tıpkı Türkçe konuşan Alevilerin cemleri gibi Türkçedir. Kürt dilinde söylenmiş hiç bir deyiş olmadığı gibi Aleviliğe ait Kürtçe yazılmış hiçbir belge yoktur. Üstelik tarihte kendini Kürt kabul eden hiçbir Alevi önderi de bulunmamaktadır.

Kürtçe konuşan Alevilerin aslında Kürtleşmiş Türkmenler olduğu gerçeğini kimi Kürtçüler de kabul etmektedir. Aleviliğin ötesinde kimi Türkmen topluluklarının bir Kürtleşme süreci yaşadıklarını bölücü-kürtçü örgütün elebaşılığını yürüten Abdullah ÖCALAN dahi kabul etmektedir.

Türkmenlerin Kürtleşmesinin trajik öyküsü yazımızın temel konusu olmadığından bu husustaki görüşlerimizi burada noktalıyoruz.

Alevilerin tarihsel süreçte toplumsal muhalefet olma özelliğini, tarihten bugüne yaşadıkları acı ve üzücü olaylarla ve dışlanmışlıklarıyla güçlendirmeye çalışıp sözde 'ezilmişlerin birliği' tezini kullanarak onları bölücü-kürtçü harekete eklemleme hedefi büyük ölçüde başarısızlığa uğramıştır. Kürtçü harekete destek veren Alevilerin sayısı cüz'idir ve gün geçtikçe azalmaktadır. Aynı şekilde Aleviler her geçen gün Türk Ulusçuluğuna daha fazla ilgi duymakta ve Türkçülük güç kazanmaktadır. Kürtçe konuşan Alevilerin yeniden Türkmenleşmesi süreci kanımca başlamış durumdadır ve bu süreç başarıyla tamamlanacaktır.

Aleviliğin Oluşum Tarihi


www.alevicanlar.net


Aleviliğin tarihi İslam'ın ilk dönemlerine dek uzanır. Haz. Muhammet, sağlığında kendisinden sonra İslam dünyasına önderlik edecek kişi olarak Hz. Ali'yi görüyordu. Hz. Ali, Hz. Muhammet'sen sonraki ilk müslamandı. Hz. Ali, peygamberlerin amcasının oğlu e birlikte büyüdüğü, kardeşi gibi sevdiği bir kişiydi. Hz. Muhammet vefatından önce bazı hadislerinde ve çeşitli yerlerde yaptığı toplantılardaki konuşmalarında kendisinden sonra ümmetine yol gösterecek kişinin, rehberin, Ali olması gerektiğinin üstünde durarak vurguluyordu. Hz. Ali, Hz. Muhammet'in canı gibi sevdiği ve değer verdiği sağ kolu idi. Bu sevginin ve saygının en güzel örneğinde Hz. Muhammet'in çok sevdiği değerli varlığı sevgili kızı Fatma ile Ali'yi evlendirmesiydi. Hz. Muhammet'in erkek çocuğu olmamıştı. O'nun soyu sevgili kızı Fatma ile Ali ile olan evlilikten olacak çocuklar ile devam edecekti. Ali'yi kendisinden sonra Müslümanlara önderlik edecek en uygun kişi olarak görüyordu. Hz. Muhammet bir hadisinde; "Ulular Ulusu Allah, Peygamberleri ayrı ayrı ağaçlardan (soylardan) yarattı. Benimle Ali'yi aynı ağaçtan yarattı. Ağacın kökü benim, Ali dalları budaklarıdır. Fatma o ağacın verimidir. Hasan ve Hüseyin meyveleri, Şiamızda yapraklarıdır. Kim bu ağacın dallarından birine yapışırsa kurtulur. Yapışmayan helak olur." (1) der. Hz. Muhammet cemaatle sohbet ederken kendisinin de insan olduğunu bir gün bu diyardan göç gideceğini ifade ettikten sonra konuşmasını şöyle sürdürür. "Size iki paha biçilmez şey bırakıyorum. İlki Allah'ın kitabı, diğeri Ehlibeytim. Size Ehlibeytime uymanızı öğütlerim" dedikten sonra sözlerini birçok hadis kitabında yeralan şu sözlerle sürdürür. Ehlilbeyt'i yani kendi aile çevresini kastederek, "Onların önüne geçmeyin, yani onların hükümlerinden başka bir hüküm vermeye kalkmayın, yoksa helak olursunuz… (2) der. Hz. Muhammet bir başka hadisinde de, "Ben ilmin şehriyim, Ali Kapısıdır, şehri dileyen kapıya gelsin, Ben hikmetin şehriyim, Ali kapısıdır, hikmeti dileyen kapıya gelsin" (3) der. Gene Ali ile ilgili başka bir hadislerinde de Hz. Muhammet şöyle diyor: "Ali bendendir ben ondanım, ben kimin mevlası veliyf-I emri isem, Ali'de onun mevlasıdır. Ali insanların hayırlısıdır. Kim bunu kabul etmezse, gerçektende kafir olmuştur…" Hz. Muhammet Kuran-I Kerim ve Hz. Ali ilişkisini ise bir hadisinde şöyle anlatıyor. "Ali, Kuran iledir ve Kuran Ali ile; ikisi havuz kenarında benimle buluşuncaya kadar ayrılmazlar." (4) Ali'nin kişiliği ile ilgili bir hadisinde ise; "Ümmetimin enileri ve gerçek hüküm vereni Ali'dir. Allah'ım O nereye dönerse, nereye varırsa O'nunla beraber ol…" Hz. Muhammet kendisinden sonra yerine Hz. Ali'nin görevlendirildiğini bir başka hadisinde şöyle açıklıyor; "Ali benim bilgimin kapısıdır; tebliğe memur olarak gönderdiğim şeyleri benden sonra ümmetime bildiren, açıklayan kişidir; O'nu dinleyin.." ve "O"na başkaldırmak nifak…" (5) der. Hz. Muhammet, Ebu Talib'in evindeki bir toplantıda, ellerini Ali'nin omuzlarına koyarak şöyle der; "İçinizde bu benim kardeşimdir, vasiyimdir, halifemdir, artık O'nu dinleyin ve O'na itaat edin." Hz. Muhammet'in Hz. Ali'yi kendisinden sonra halifesi olarak düşündüğünü birçok kaynakta görüyoruz. Hatta gelecekte olacakları önceden görmüşçesine ileride bu konuda bir huzursuzluk çıkması durumunda Hz. Ali tarafının tutulması gerektiğini bir hadisinde şöyle belirtir: "Benden sonra fitne (huzursuzlu olacaktır. Bu oldu mu, Ebu Talib oğlu Ali tarafını tutun. Çünkü O bana ilk iman edendi. Kıyamette de benimle ilk dostluk edecek odur. O Sıddıyk-I Ekber'dir O bu ümmetin Faruk'udur. O müminlerin ulusudur, reisidir." (6) Hz. Muhammet Veda Haccı'nda kendisinden sonra yerine Ali'yi vekil tayin ettiğini şöyle açıklamıştır: "Ben kimin mevlası isem, Ali'de O'nun mevlasıdır. O'na dost alana dost, düşman olana düşman ol, O'na yardım edene yardım et, O'nu horlayanı horla, nerede olursa olsun gerçeği O'nunla beraber kıl.." (7) Hz. Muhammet'in bu açıklamasından sonra; Ebu Bekir, Ömer ve sahabeden önde gelenler Ali'nin veliliğini kutlarlar hatta Ömer; "kutlu olsun sana ne mutlu ey Ebu Talip oğlu Ali, bugün benim ve her erkek ve kadın müminin mevlası oldun" diye konuşma yapar. Bu gelişmelerden sonra Hz. Muhammet bu doğrultudaki konuşmasının sonunda "kalk ya Ali" diye Ali'yi ayağa kaldırır ve cemaate şöyle der. "Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim.Senden razı oldum, Ben kimin mevlası isem Ali'de onun mevlasıdır, özünüz doğru olarak O'na uyun…" arkasından; "Allah'ım O'nu seveni sev O'na düşman olana düşman ol" diye ilave eder. Hz. Muhammet vefasından sonra kendi yerine Hz. Ali'yi düşünmesine ve bunu çeşitli vesilelerle açıklamasına karşın kendisinin dünya değiştirmesinden sonra olaylar düşündüğü gibi gelişmemiştir. Hz. Muhammet hasta yatarken durumunun ağır olduğunu fark edince çevresindekilere; "Bana yazmak için bir şeyler getirin. Size bir şey yazdırayım ki, benden sonra asla yol yitirmeyesiniz" (8) der. Peygamberin bu isteğinin yerine getirilip getirilmemesi konusunda tartışma çıkar. Orada bulunan Ömer ve çevresi Peygamberin kendinde olmadığını, yazacaklarının geçersiz olacağını ve hatta peygamberin "sara nöbeti" geçirdiğini söyleyerek vasiyetin yazılmasına engel olurlar. Böyle olunca Hz. Muhammet vasiyetini yazamadan dünyasını değiştirir. Hz. Muhammet'in vefatı karşısında; başta Hz. Ali ve Fatma olmak üzere yakın çevresi şok olur. Peygamberin ölümü karşısında sevenleri şaşkına dönerler. Bu şaşkınlık atlatılmadan büyük bir üzüntü hali yaşanırken; Hz. Ali, Hz. Fatma, Selman-ı Faris ve aile yakınları acı içinde Hz. Muhammet'in cenaze işleri ile uğraşırken, Ömer etkisi altına aldığı bazı kimselerle Ebubekir'i halife ilan ederler. Arkasından da önüne geleni kılıç korkusu ile Ebubekir'e biat'a zorlar

ANADOLU ALEVİLİĞİNE KISA BİR BAKIŞ


www.alevicanlar.net


Son on yıldan beri Alevilik üzerine çok şeyler yazılıp çizildi. Bu süreç içerisinde yoğun bir tartışmanın odak noktası haline gelen Alevilik, hemen hemen hiç gündemden düşmeden bütün yoğunluğuyla sürüp bugünlere geldi. Aleviler yeni dünyanın eforuyla karşılaşırken, o güne kadar karşılaşmadığı yep yeni sorunlarla da yüz yüze geleceklerdi. Sosyo*- ekonomik ve siyasal sorunların dışında kimlik tanımıyla da ilgili sorunlar yaşamaktadır. Çoğu zaman Alevi kimliği tanımlanırken İslamiyetle olan münasebeti temel alınmaktadır. Alevilerin gündeminde yer alan konuları sıralarsak söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır: Alevilik İslamın içinde mi, dışında mı? Ali’siz Alevilik mümkün müdür?Alevilik ateizm midir? Alevilik İslamın özü müdür? Vs. vs.

Elbette bunlar aşılamaz türden tartışmalar değildir.Yazımızın bu bölümünde ancak şu kadarını söylemekle yetineceğiz. Aleviler var olduğu sürece Alevilikle ilgili tartışmalar devam edecektir. Çünkü onun kaynakları çağlar ötesi bir zamana ve mekana uzanır. Bu yüzden tamamen aydınlatılması için yüzyıllar gerekmektedir. Öze Dönüş, Yeniden Yapılanma gibi kavramlar tartışılmakta, içinde bulunulan kısır döngüden bir çıkış yolunun arandığı da gözlemlenmektedir. Biz bu sürece tartışmalar süreci diyoruz. Ancak, henüz onun derinliğinde kulaç atacak büyük bir şahsiyetler ortada görükmemektedir.

Ama biz yine de yeniden yapılanmaya hizmet ettiği için bu tartışma sürecine dolaylı da olsa katkıda bulunmak istiyoruz. Alevilik gibi ele avuca sığmayan bir olguyu kısa bir yazıda ifade etmek elbette mümkün değildir. Ancak, Aleviliğin sosyolojik, tarihsel, inançsal ve kültürel çehresini özet mahiyetinde de olsa çizmekle yetineceğiz.

Alevilik gibi çağlar boyu çeşitli toplumsal olgular ışığında daima köklü bir dönüşümden geçerek bu günlere gelmiş bir inancı bütün boyutlarıyla kavramak için, bize göre, onu şu üç evreye ayırarak incelemek gerekir. Bu evreler sırasıyla şunlardır. Mayalanma evresi, Oluşum (şekilalış evresi) ve günümüzdeki Çözülüş evresi. Bize göre Aleviliğin Yeniden yapılanmasının ve yeni boyutlar kazanmasının ipuçları Mayalanma Evresi diye tanımladığımız ilk evrede mevcuttur. Şimdi sırasıyla bu evreleri inceleyelim.

1. Mayalanma Evresi

Bu evre ilişkiler ve kaynaklar bakımından oldukça zengin bir dönemdir.Orta Asya, Yakın Doğu ve İran sürekli bir çalkantı içerisindedir. Göç dalgaları ve bu toplumsal dalgalanmaların yarattığı yeni sosyo ekonomik koşullar iktidarların da sürekli el değiştirmelerine yol açıyordu. Egemenlerin uyguladığı ağır vergilendirmeler, talan ve yakıp yıkmalar insanları bezdirmekteydi. Bu ardı arkası gelmeyen göçler çeşitli millet ve kavimlerin, boyların kaynayıp karışmasına, bir kültür ve inanç kanalına dönüşmesine yolaçtı.

Uzak Doğunun köklü ve yerleşik inacı olan Budizm aracılığıyla reenkarnasyon-ruhgöçü, nirvana, karma , mükemmel insan gibi insanı mistik dünyanın içine yerleştiren inançlar yayılırken, Zerdüşlük ve Maniheizmin gibi İrani dinler aracılığıyla da ışığın ve aydınlığın kutsal olduğu inancı kitleleri etkilemekteydi. Batı da ve Anadolu’da ise Antik Çağ Yunan felsefesinin etkileri hakimdi. Özellikle Platon’un ve yeni platoncu akımın öncüsü olan Plotonius’un evren insan ve Yaratan hakkındaki felsefi düşünceleri Hristiyanlık eliyle Anadolu insanını etkileyen önemli kaynaklardır. İlk çağ doğa filozoflarının evrendeki bütün varlıkların su, ateş, yel ve topraktan meydana geldiği, evrenin bir başlangıcı ve sonu olmadığı, herşeyin sonsuz bir devir daim içerisinde olduğu düşüncesi Anadolu insanını etkilemiştir.

Orta Asyadan İran- Horasan üzeri Anadoluya akan göç dalgaları kısa sürede Bizans surlarını yıkarak Anadoluyu yeni yurtlak haline getirdi. Bu göçler uzun bir zaman dilimine yayılır ve Orta-Asyadan kopan büyük kitleler yanlarında inanç önderleri konumunda olan ve topluluğun toplumsal, ahlaki ve inançsal ihtiyaçlarına cevap veren dedeler, babalar, dervişler, şamanlarla birlikte gelirler.

Anadolu’ya gelen bu kitleler zaman içerisinde Anadolunun yerleşik halklarıyla kaynayıp karışarak, hem Anadoluya sosyal ve kültürel açıdan yeni bir çehre kazandırır, hem de süreç içerisinde Anadolulaşırlar.

Anadolu göçler öncesi Hristiyanların yaşadığı bir coğrafyaydı. Hititler, Lidyalılar, Frikyalılar, Urartular ve Bizanslar gibi köklü kültür ve medeniyetelerin izlerini taşımaktaydı. Şarabın, buğday başağının, ateşin, suyun, kısacası bütün doğanın ve doğadaki canlıların kutsallığına inanırlardi.

Anadoluda göçlerden sonra kurulan ilk devlet Selçuklu devleti olmuştur. Kısa sürede Anadoluda genişlemeye başlayan Selçuklu devleti, kırsal alanlarda yaşayan halk zümreleri üzerinde sömürü ve baskıyı yavaş yavaş artırmakta ve bir yandan da Arap ve Fars kültürünün etkisi altına girmekteydi. Merkezi devletle kırsal arasındaki çelişkilerin yoğunlaşması sonucu 1239-1240 yılları arasında bütün Anadoluyu saran bir halk hareketi patlak verdi. Bu hareketin öncüleri baba İlyas ve baba İshak adında iki derviştir. Babaların önderlik ettiği bu ayaklanmaya yüzbinlerce Türkmen ve diğer alt tabakadaki ezilen zümrelerden insanlar katılmış ve Selçukluya zor anlar yaşatmışlardır. Bu ayaklanma sonunda kanla bastırılmış ve önderlerinin yanısıra binlerce derviş ve baba idam edilmişlerdir. Bu dönem Aleviliğin yavaş yavaş mayalanmaya başladığı dönemdir.

Daha önce göçler dolayısıyla doğu Türkistan ve İran’da sufiler kanalıyla İslamiyetin batını yorumuyla tanışmış olan bu insanlar, daha evvelki dinsel tecrübe ve gelenekleriyle bu yeni dinin bir sentezini yaparak Anadolu Aleviliğinin temellerini atarlar. Lokman Parende, Hacı Bektaşi Veli, Sarı Saltık, Ahi Evren,Kaygusuz Abdal, Yunus Emre, Taptuk Emre ve daha niceleri yukarıda anlatmaya çalıştığımız bir kültür ve inanç coğrafyasında ortaya çıkmışlar ve Anadolu Aleviliğinin Anadoludaki ilk gözelerini olmuşturmuşlardır. Aynı zamanda çeşitli inanç ve kültürlerin bir sentezi olan Alevilik kırsal alanda derviş ve babaların sayesinde hızla yayılırken, sünni inancı benimseyen Selçukluyla arasındaki mesafe de sürekli açılmaktaydı.

Gerek babailerin ayaklanması gerekse Moğol istilası Selçuklu devletinin sarsılmasına ve nihayetinde yıkılmasına yol açtı. Alevilik açısından baktığımızda biz bu döneme Oluşum evresi yada Alevilik Durumalışı diyoruz. Şimdi bu evreyi biraz daha yakından inceleyelim:

2. Oluşum yada Durumalış evresi

Aleviliğin oluşum süreci 13. yyıl ile 15.yyıl gibi ikiyüz yıllık bir zaman dilimini kapsar. Elbette Alevilik sürekli bir değişim ve gelişim çizgisi üzerinde yükselerek bugünlere gelmiştir. Ancak, bu öğreti ve inancın temelleri sözünü ettiğimiz bu iki yüzyıllık süreçte atılmıştır.

Hacı Bektaşi Veli 1240 yılında kardeşi Menteş ile birlikte Horasan üzeri Anadoluya gelir. O zamanlar Anadoluda dört çeşit derviş zümresinden bahsedilmektedir. Bunlar sırasıyla şunlardır: Horasan Erenleri, Rum Erenleri, Bacıyanı Rum ve Gaziyani Rum.

Özellikle sınr boylarına yerleştirilen göçebe kavimler inanç ve kültürde daha esnek bir yapıya sahip olduklarından dolayı yerleşik halkla kaynayıp karışma konusunda pek zorluk çekmezler. Bu yoldan yayılmaya başlarlar.

Suluca Karacahüyüğe yerleşen Hacı Bektaşi Veli kısa sürede Anadolu dervişlerinin gönlünü kazanır ve onlar tarafından büyük bir saygıyla anılır. 13.yyıl Anadolusu Kalenderiler, Hayderiler, Ahiler, Karmatiler, İsmaililer ve daha nice derviş zümreleriyle kaynamaktadır.

Usta çırak ilişkisiyle dergah eğitiminden geçen dervişler Mürşitlerinin emriyle çeşitli yörelere giderek barış, hoşgörü, paylaşım, dayanışma, kardeşlik ve sevgiyi insanlara taşımayı kendilerine bir görev olarak görmüşlerdir. Hacı Bektaşi Veli de bunlardan biridir. Anadolu erenlerinin Piridir.

Babai isyanlarından sonra da Anadolu çeşitli halk isyanlarıyla ve katliamlarla sarsılır. Şah Kulu isyanı, Kalenderi isyanı, Celali isyanları, Şeyh Bedreddin’in mürütleri olan Börklüce ve Torlak Kemal öncülüğünde başlayan isyanlar bunlardan sadece bir kaçıdır.

Bu toplumsal çalkantılar Aleviliğin yavaş yavaş şeklillenmesine ve Anadoluda önemli bir güç haline gelmesine dolaylı olarak katkıda bulunur.

Selçuklu devleti toplumsal sorunlara daha fazla yanıt veremez duruma gelir ve sonunda tarihe karışır. Onun yerini daha sonra küçük beylikler almaya başlar.

Hacı Bektaşi Veli’nin hakka yürüyüşünden sonra (1271) bir rivayete göre Abdal Musa emanetleri Kadıncık Ana’dan alır ve Hünkarın öğretisini sistemleştirerek bir tarikat haline getirir. Zaman içerisinde büyük dergahlar kurulmaya başlar ve Anadoludaki Kalenderilik, Hayderilik, Bedreddinilik, Hurifilik ve şiilik gibi sufi ve derviş akımları Bektaşilik içinde eriyerek yeni bir senteze dönüşürler.

1300 yılında Söğütte küçük bir beylik olarak kurulan Osmanlı devleti İslamiyeti kabul etmiş olsa da halen şamanizmin etkilerini taşımaktaydı. Bundan dolayı da Alevi-Bektaşi topluluklarıyla kültürel ve inançsal olarak önemli çelişkileri olmamıştır. Hatta ilk üç padişahın Bektaşiliğe sempati duydukları dahi söylenmektedir. Orhan Gazi 1363 yılında Bektaşi tekkesinin dualarınıyla Osmanlının bir nevi milisgücü olan Yeni Çeri ocağını açması da buna bir örnektir.

Kırsal alanda yarı göçebe bir hayat yaşayan Aleviler dedelik ve babalık olmak üzere, erkanda bir birinden biraz farklı yol izleyen iki kol üzerinden teşkilatlanmakta ve yayılmaktaydı. Büyük yığınları temsil eden Bektaşilik iç Anadolu başta olmak üzere Trakya-Balkanlar-Arnavutluk ve Mısır gibi geniş bir çevreye dergahlar vasıtasıyla yayılmaktaydı. Diğer ikinci kol ise ocaklar ve ocaklara bağlı dedeler tarafından ekseriyetle Doğu Anadolu’da yaygın bir örgütlenme oluşturmuşlardı.

Osmanlı devleti 15.yyıldan sonra hızla değişmeye başlar ve İranda kurulan Safavi devletinin de etkisiyle Sünni İslama tutunmaya başlar. Bu durum Aleviler açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Sadece katliamlar değil karalama ve iftiralar yüklü hüküm ve şeyhülislam fetfaları da artmaya başlar. Osmanlı devleti ilk defa Anadoluyu Alevilerden temizleme harekatına başlar. Asimilasyona yatkın olan zümreleri ise sünni tarikatlar eliyle asimile etmeye başlar.

Anadolu Alevileri 15. yüzyıllara gelindiğinde iki büyük tekkeye bağlıdırlar: Anadolu’da faaliyet gösteren Hacı Bektaş tekkesi ile Safavilerin kurduğu İrandaki Erdebil tekkesi. Her iki tekkenin de Aleviler üzerinde büyük etkisi vardır.

Erdebil’deki tekkenin süreç içerisinde bir devlete dönüşmesi sonucu ortaya çıkan Safevi devleti Şah İsmail’in hükümdarlığında günden güne büyürken Anadolu Alevileri için de bir kurtuluş umudu haline gelir. Şah İsmail ya da diğer adıyla Şah Hatai sadece bir hükümdar deği aynı zamanda Anadolu Alevilerinin büyük saygı ve sevgi duyduğu ruhani lideriydi. Aleviler onu Hz. Ali’nin yeniden bedenlenişi olarak görüyorlardı. Deyişleri, nefesleri ta Balkanlara kadar yayılmıştı. Yavuz Selim bu gelişmelerden ürkmeye başlar ve bu doğudan gelecek olan tehlikeye karşı derhal harekete geçer. Önce babası Yıldırım Beyazıt’ı daha sonra ise kardeşlerini etkisiz hale getiren Yavuz Selim Şahın karşısına dikilmek ve bu tehlikeyi durdurmak için tahta geçerek iktidarın dizginlerini elinde toplamaya başlar.

Anadolu Aleviliğini Hacı Bektaşi Veli’den sonra en çok etkileyen şahsiyet şüphesiz ki Şah İsmail olmuştur. Onun etkisi sadece kurduğu Safavi devletinin Alevilere olan yakınlığından ileri gelmez. O aynı zamanda Alevi Cemlerinin ve erkanının kurumlaşarak bugünki halini almasında da yatsınamaz bir öneme sahiptir.

Şah İsmail Emevi İslam anlayışı karşısında Ehli Beyt, 12 İmamlar ve Hz. Ali’nin yolunu ve mücadelesini sürdürmüş, onlar adına hutbeler okutmuş ve Muaviye zihniyetine karşı amansız bir mücadele başlatmıştı. Bu yüzden Anadoludaki Alevilerin hem sevgi ve muhabbet duyduğu hem de kartarıcı gözüyle baktığı bir sufi-hükümdardır. Savaşlarda milislerine oniki imamı sembol eden oniki dilimli kırmızı taç giydirdiği için Şah İsmail’in taraftarı olanlara ilk defa Kızılbaş denmiştir. Daha sonra bu isim Anadoludaki Alevilerin tümünü kapsayan bir isim haline gelir. Anadoludaki Alevi ocaklarını ‘el ele el hakka’ ilkesi etrafında örgütleyerek Mürşit, Pir, Rehber ilişkisiyle hepsini bir birine bağlar.

Şah İsmail eliyle Alevilk son şeklini alır. Erkanlar tamam olur. Toplumsal bir inanç ayini olan cemler ilk defa on iki imamları temsilen oniki hizmetler biçiminde tertiplenir, Şahın duazları, nefesleri ve deyişleri okunmaya başlar. Cemler bir ritual olmalarının yanısıra toplumun hukuksal ve geleneksel sorunlarının çözülerek, paylaşımın, hoşgörünün, sevginin ve kadın erkek eşitliğinin perçinleştirildiği bir yerdir. Bir tür hareketli meditasyon olan Semah cemlerin ayrılmaz bir parçasıdır.

Musahiplik kurumu yani yol kardeşliği de cemler kadar Aleviliğin vazgeçilmez-olmazsa olmaz kurumlarından biridir. Dört kapı kırk makam, eline-diline-beline sahip ol ilkesi, İnsani Kamil, enel hak, ruh göçü, vahdeti vücut ve vahtedi mevcut Alevi inencının önemli öğelerindendir.

Şiilik ve şiilerin mistik islam yorumları Şah İsmail’in etkisiyle Aleviliğe girmiş ve yeni bir senteze dönüşmüştür. Anadoludaki şii yayılmayı durdurmak için Yavuz Selim Anadoluda geniş çaplı bir Alevi kırımına başlar ve peşinden İrana sefere çıkar. Şah İsamil Yavuzu Çaldıranda karşılar. Fakat savaşı kaybeder ve yenilginin hüznüyle kendini yalnızlığın ve dünyaya olan ilgisizliğin kollarına bırakır.

Anadolu Aleviliğini etkilemiş diğer bir ozan-sufi ise Pir Sultan Abdaldır. İnancın ve başkaldırının ozanı olan Pir Sultan Abdal şiirleri ve mücadelesiyle toplumu derinden etkilemiş, onların gönüllerinde engin bir yer edinmiş büyük bir Alevi ozanıdır. Safevi hükümdarı Şah İsmail’in yoluna olan bağlılığından dolayı Osmanlı valisi tarafından acımasızca idam edilir. Ağır vergi ve baskılara maruz kalan Alevi toplumunun isyan etmesinden korkan Osmanlı bu büyük ozanın yanısıra birçok ozan ve dervişin varlığından korktuğu için idam ettirir.

Bir diğer nokta ise Şeyh Bedreddin olayıdır. Bilindiği gibi Şeyh Bedreddin tasavvuf inancının yanısıra bir de toplum projesi sunmaktaydı. Onun öğretisi ‘yarın yanağından gayri herşey ortaktır’ cümlesiyle özetlenebilir. Toprağın ve işleme araçlarının toplum tarafından ortaklaşa kullanılmasını ve üretimin ortak bölüşümünü savunan bu öğreti önce şeyhül İslamı daha sonra ise padişahı kızdırmış ve bunun üzerine Torlak Kemal ve Börklüce önderliğindeki bu halk harekatını kanla bastırmıştır.

16.yyıldan sonra yavaş yavaş gerileme ve çökme dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu içte ve dışta çeşitli sıkıntılar yaşıyordu. Çöküşün getirdiği sosyo-psikolojik bunalım kutular arasında bir gerilime yolaçmaktaydı. 1826 yılında, Yeniçeri ordusu lavedilir, kalanlar ise katliamdan geçirilir. Aynı tarihte Bektaşilik yasaklanır ve Bektaşi dergahları talan edilir. Sayısız derviş ve babanın yaşamı idam sehpasında son bulur. Bu katliamın ardından sağ kalan babalar yer altına çekilerek gizli teşkilatlanmaya başlarlar.

Osmanlı İmperatorluğunun yıkılışından sonra yeni hükümetin öncülüğünde Cumhuriyet ilan edilir. Cumhuriyet Osmanlı hanedanlığıyla kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Kurulan yeni devlet halifeliği kaldırır, padişahlığa ve şeyhülislama son verir. Laik ve çağdaş, yönünü batıya dönmüş bir Cumhuriyet kısa sürede Alevilerin sempatisini kazanır. Dinsel ve kültürel baskıların azalması Alevileri rahatlatır ve bundan dolayı yeni Cumhuriyete umut bağlarlar. Ancak, bu umut kısa sürede yerini umutsuzluğa bırakır. 1924 te bektaşi dergahları kapatılır ve cemler yasaklanır. Ve nihayet Desim katliamı olur. Onbinlerce insan vahşice katledilir, kalanlar ise çeşitli bölgelere sürgüne yollanır. Aleviler açısından sonuç büyük bir hayal kırıklığı olur. Bu hayal kırıklığının yarattığı suskunluk uzun bir zaman sürer. İnanç ve ibadetlerini yine Osmanlıda olduğu gibi gizli yapmak zorunda kalırlar. Kırsal alanda yaşayan köylüler üzerindeki jandarma dipçiği hiç eksik olmadan sürer gider.

3. çözülüş evresi

60’lı yıllarda sosyo ekonomik koşullardan dolayı kırsal alandan şehirlere yoğun bir Alevi göçü başlar. Önce şehrin kenar mahallelerinde gecekondular kurarlar. Fakat, Alevilere karşı baskı, dışlama ve karalama kampanyaları ve devletin benzeri doğrultudaki politikaları sürekli devam eder. Yüzyılların içselleşen baskı ve zulmü sonunda Alevi gençlerinin Marksist-Leninist düşünce ve ideolojiyle tanışmalarına yolaçar. Sisteme karşı duydukları tepki, nefret ve isyanlarını sol ideoloji üzerinden dile getirirler. Bir çok Alevi genci bu uğurda can verir. Bu süreç 80 li yılların sonlarına kadar devam eder. Bu arada, sosyo-ekonomik ve kültürel nedenlerden dolayı Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas gibi illerde korkunç Alevi katliamları yaşanır.

Sivas katliamından sonra Alevilerde bu baskılara karşı toplumsal boyutta bir tepki ve kimlik arayışı başladı. Yüzlerce cemevleri ve Alevi kurumları kurarak devlete olan tepkilerini bu yoldan dile getiren Aleviler, artık hayatın her alanında kendi varlığını ortaya koymaya başlarlar. Aleviler çeşitli yönlerden estirilen yozlaştırma rüzgarlarına karşı, (geleneksel yapıları çözülmeye doğru gitse de) eninde sonunda Yeniden Yapılanma sürecine gireceklerdir

ALEVİ FELSEFESİ VE MATERYALİZM


www.alevicanlar.net


Bugüne kadar gerek batı gerekse de doğu tarih kaynakları Alevilik ve “Dünyadaki Heteredoks Mezhepler” konusuna bakışta tarihsel kültürel ve egemen sınıfsal bir özellik taşımaktadırlar.Türkiye sağ ve “sol Sünni” dini egemen-kültürel bakış açısına sahip olanlar ile Dünyadaki “Katolik,” “Ortodoks”,“Protestan”,”Yahudi-Ortodoks” dini egemen-kültürel bakış açısına sahip değerlendirmeler de aynı minval üzerindedir. Dünyada yürütülmüş olan sınıf mücadelesini egemen-dini ve tarihsel-kültürel zemine dayandırarak onu sınıfsal-kültürel ve felsefi kökünden koparmaktadırlar. Aynı zamanda bu günkü

burjuva toplumsal egemenlik biçimi tarihsel ve kültürel egemenlik zemininde genişleyerek egemen tarzda yürütülen sınıf mücadelesinin toplumsal zeminini de daraltmaktadır. Diğer yandan bu tarihsel kültürel ve egemen sınıf anlayışının dayatılmasıyla işçi sınıfının tarihsel ezilen sınıf kültürüyle bireysel ve toplumsal bağları koparılarak ortaya konan bu politik durum fiili olarak egemen sınıfların güçlenmesine hizmet etmektedir. Böylece kozmopolitan burjuva kültürü birleştirici rol oynayarak sınıfın tarihsel ezilen sınıf kültürüyle enternasyonalist sınıfsal bağları kopartılmaktadır.
Tarihi, sınıfların üretim ve üretim tarzı karşısındaki konumlarına göre değil sadece üretim tarzı içindeki iç ve dış toplumsal ilişkilerine göre ele alarak spekülatif bir tarih ortaya koymaktadırlar.Bu yorumlarda ırkçı, milliyetçi ve dincilikten öteye gitmemektedir.Dolayısıyla bu düşünüş tarzı sınıfsal olarak da tarihsel-egemen sınıfların kültürel mirası üzerine oturmaktadır.Bu günkü sınıf ve tabakalar da böyle bir kültürel miras üzerine oturmaktadır.Çünkü işçi sınıfı da bu tarihsel-kültürel ve egemen sınıfsal toplumsal yapılanmanın içindedir.Dolayısıyla işçi sınıfının ideolojik ve politik olarak mayalanması böyle bir kültürel miras içinde oluşturulmuştur.Aydınlarda bu egemen-tarihsel kültürün ajanı konumundadırlar.
Alevilik ve Dünyadaki “heteredoks mezhepleri” anlamak için tarihte yer almış olan ezilen sınıfların üretim ve üretim tarzı karşısındaki toplumsal konumlanışına bakmak gerekmektedir.Bu toplumsal karşıtlık yeni bir felsefenin sınıfsal zeminde şekillenmesine zemin hazırlamıştır. Çünkü üretimin insan ve doğa karşısındaki toplumsal konumlanışı ile sınıfların ve tabakaların üretim biçimi içindeki toplumsal konumlanışı aynı şey değildir.
İlkinde insan kendine tabii olmayan bir toplusal sistem karşısında yer alarak tarihsel ezilen sınıf kültürü yada insanın ortak değeri etrafında ortaya çıkan bireysel ve toplumsal insan değeri varlık kazanmıştır.Bu evrensel bir değerdir.Bunun karşısında toplumsal olarak yer alan egemen-tarihsel sınıf kültürü ise kozmopolitan bir “değerdir.” İnsanın sömürgeleştirilmesi üretimin insan ve doğaya tabii olmaktan çıkartılması ve insanın üretimin toplumsal bir nesnesi haline getirilmesi ile başlamıştır.Bu “yeni” bir toplumsal üretimdir. Böyle bir üretimin toplumsal yapılanmasının üzerine köleci üretim biçimi kurulmuştur. Bu durum egemen-tarihsel kültürel ve sınıfsal bir toplumsal üretim biçimini ortaya çıkartmıştır.Bu üretim biçimini de feodal ve kapitalist üretim biçimi takip etmiştir.
İkincisinde ise tarihsel-toplumsal ve egemen-kültürel sınıfların üretim biçimi içindeki toplumsal çıkarları zeminindeki karşıtlıktır.
Yine İlkinde tek tanrılı dinler köleci şehir devletlerinin merkezileştirilmesinde egemen-tarihsel ve kültürel bir sınıfın ideolojisini temsil etmektedir. İnsanın sosyal ilişkileri ile maddi ilişkilerinin birbirinden ayrıştırıldığı bir toplumsal yapılanma ortaya konarak insan düşüncesiyle eylemi arasında ikilik yaratılmıştır.Böyle bir toplumsal yapılanma da insan açısından normal olarak görülmüştür.Bu tarihsel kültürel ve egemen sınıfsal zeminde bir toplumsal razılık yaratılmıştır.Böylece maddi üretim bir fiil insan üzerinde egemenlik ve sömürü aracı olarak yeniden örgütlenmiştir.
Alevilik özellikle Orta-Asya dan gelen göçlerle “üretime” tabii olmayan özgür kır yaşamını Anadolu’ya taşımıştır.Aynı zamanda İslamiyet’le tanışan ve köleci üretim tarzını yaşamayan toplumlar bu üretim tarzı ve yaşam biçiminin yayılmasına karşı toplumsal bir direniş göstermişlerdir. Diğer yandan köleci üretim tarzının hakim olduğu topraklardaki köle isyanlarıyla ortaya çıkan özgürlük ile Anadolu’ya göçlerle gelen ve “üretime” tabii olmayan özgür insan yaşamı birbiriyle buluşmuştur. Tüm bunlar Anadolu da var olan felsefeyle de harmanlanmıştır..
İlk olarak felsefe Batı-Anadolu da ortaya çıkmıştı. Bu dönemdeki felsefeciler yaşadıkları çevreye bakıp nesnelere ilişkin olarak “bu nedir” diye sorduklarında verdikleri yanıtla fizik yapmışlardı. Daha sonra ise felsefe Ege’nin karşı kıyısını etkilemiştir.
Bu felsefe insan değerini öne alarak insanın bölünmesine ve tarihsel olarak sınırlandırılmasına karşı çıkışı anlatır.Aynı zamanda insanın sömürgeleştirilmesine ve sömürülmesine toplumsal bir direniş tavrı olarak Anadolu da görünür hale gelmiştir. Alevilik insanın sosyal ve maddi dürtülerinin bir birinden ayrıştırılmadığı evrensel insan değeri üzerine temellenir. Var olanların birliğini temel alarak maddi bir varlığı öne çıkartır.
Derisi yüzülen Alevi Şair Seyyit Nesimi (1369/70-1404) “İnsanın özü ruh değil maddedir. Ruh maddenin bir niteliği, anlamı durumundadır.”Ò diyordu. Nesimi’nin söylediği sözler tümüyle Kuran’a aykırıydı. Kuran’a göre ise:
“bizzat tanrının sözlerine göre nitelik ve öz, birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır.”Ó

Nesimi’ye göre ise varlık farklı niteliklere sahipti Bu nitelikte yegane ölçüttü.Dolayısıyla birbirinden farklı nitelikler de bir biriyle eş değerli de değildi. İyi ve kötüler de bir biriyle “eş değerli” kılınamazdı.Bu anlayışa dayalı bir toplumsal yapıda bireyin vicdanı toplumsal ahlakla çeliştiğinde birey rahatsız olur.Böylece bireyin vicdanı toplumsal ahlakla denetim altına alınarak insanın kendini yeniden gözden geçirmesi sağlanır.İnsan kendi aklına dayalı olarak dünyayı değiştirme iradesini pratiğe aktardıkça kendini yeniden var eder. Dolayısıyla burada sömürü düzenine boyun eğmeme, acılara ve kötülüklere direnme, vardır. Buradaki etik bilimi özel mülkiyete ve sömürüye karşı kendi özlemlerini ve ülkülerini savunur.Aynı zamanda özgürlüğü, yürekliliği, dürüstlüğü ve kardeşçe yardımlaşmayı öğütler.
Dinsel etik boyun eğmeyi (tevekkül) ve katlanmayı (sabır), alınyazısına uymayı (kader) ögütler.Bu dünyada çekilen sıkıntıların ölümden sonra gidilecek olan öbür dünyada armağan göreceğini ileri sürerek ezilenleri oyalar. İslam’a göre ise kaza ve kader vardı. İnsanların kaderi önceden belirlenmişti.Kimin günahsız yaşayacağını gene tanrı belirlerdi. Kötüleri de dua ile Tanrı affedebilirdi. Çünkü onun iradesine bağlıydı, affetmek. Burada sorunun bir diğer yanı daha vardı.Birey vicdanı ile egemen-toplumsal ahlak çelişkiye düştüğünde bireyin görünür bir vicdan denetimi yoktu. Nasıl olsa birey olmayan mahşerde hesap verecekti.Burada birey aklıyla birey vicdanının çelişmesiyle oluşan varlaştırılmış ve sınırlandırılmış bir “insan” yaratılır.Yani “üstün iradenin” önünde boyun eğen ve aklı alınmış bir “insan”dır, o. Burada dayatılan toplumsal ahlak insan aklını, iradesini ve vicdanını kendi nesnesi haline getirerek insanı insan olmaktan çıkartarak içi boş bir birey haline getirir. Tanrı iradesine dayanarak aklanan kötüler böylece iyilerle eşitlenebiliyordu. Bu gün Emperyalist-kapitalizm globalizm de serbest piyasa kuralları içindeki arz ve talebe göre iyi ve kötüleri bir biriyle eşitlemek için uğraşmaktadır.Yani farklı niteliklere sahip bireyleri bir biriyle eşitlemektedir.Bu ise içlemi sıfır olan bir bireydir. Bu politikayı da post-modernistler“özgürlükçü bir atılım” diye de yutturmaktadırlar.

Seyyid Nesimi, ulaştığı son noktada, din örtüsünden sıyrılmış ve tanrıtanımazlığını açıkça ortaya oymuştur. Nesimi bir şiirinde de şöyle sesleniyordu:
Ey beni na-hak diyenler kandedir beş yaradan
Gel getir isbatın et kimdir bu şeyni yaradan
Yel ü su toprak u oddan böyle suret bağlayan
Böyle dükkanı düzen kendi çıkar mı aradan
Gel beru söyle bana kimdir senin nutkundaki
Söyleyen işittiren hem gösteren hem yaradan
Çünkü bir şehrin içinde mescid ü meyhane var
Ehl-i dil farketmedi mescitleri meyhaneden
Aşkımız yolunda akl u din ü dünya mahvolur
Sormagıl eşkın hadisin suf-i biçareden
Çünkü girdim oynarım çengü def ü tambur ile
Bil ki bende şeş cihet var dönmezem çarpareden
Ey Nesimi on sekiz bin alemin mevcudusun
Kimki bu devre irişmez koy gide devvaredenÒ
AÇIKLAMASI: Ey bana haksız diyen, yeter, yaratan nerdedir ? / Bu şeyleri yaratanın kim olduğunu ispat et, getir kanıtlarını / Yel, su, toprak ve ateşten böylesine yüz yaratarak, insan yapan ve içinde büyük değerler saklayan / bir dükkan düzen (insan yada dünya yaratan), ne diye gözden kaybolmuş ve aradan çıkıp gitmiş ? / Sana derdini söyleten, her şeyi işittiren ve gösteren kim olabilir ? / Yaklaş bana ve bu konuda aklından geçeni söyle ? / Bir şehrin içinde hem mescid hem meyhane vardır / Biz gönül ehliyiz, ikisi de birdir bize Onları birbirinden ayırmayız / Bizim sevgimiz yolunda akıl, din ve dünya mahvolur / Ama bu aşk olayını benim gibi bir zavallı sufiden öğrenemezsin / Ben çıkmışım meydana def ve tambur ile çengi yaparım / Takmış parmaklarıma zilleri sağa sola, arkaya öne ve alt üst dönerek oynar dururum/ Ey Nesimi, sende on sekiz bin alem mevcuttur / Kim ki ınanç ve düşünce bağlamında bu devre varamamışsa, çıkar at gitsin onu devirden, dönmekten

Seyyid Nesimi bu şiirinde, evrenin ve insanın yaratılışı konusunda kuşkularını dile getiriyor. Açıkça soruyor, "yaradan dediğiniz nerededir, kanıt getiriniz" diye. 0 hem tanrının hem de onsekiz bin alemin kendisinde mevcut olduğunu söylerken, insanın varlığının dışında "mekandan münezzeh" yani yeri yurdu olmayan gorünmeyen bir tanrı kavramını tanımıyordu. 0 maddeci anlayışa sahip. Bir Yaratan'a inanmıyor. Tanrının dünyayı ve insanı "Car Anasır"dan (Dört madde, su, hava, od ve topra yarattığını ileri sürenlere "madem ki öyledir, ne diye çekilip çıkıyor aradan' Kalsın aramızda, kurduğu düzeni gelsin yönetsin" diyordu. Bu düşüncelerin din ile bir ilintisi olabilir mi?
Kuran’ı ve Tanrı’nın varlığını sorgulayan Nesimi’nin hakkında fetva verenler Kuranda süre bulmakta gecikmediler. Bu sureler şöyleydi:

23.Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içindeyseniz, hadi onun benzerinden bir süre getirin! Allah dışındaki destekçilerinizi / tanıdıklarınızı da çağırın. Eğer doğru sözlü kişilerseniz…
24.Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- korkun o ateşten ki yakıtı insanlarla taşlardır.Küfre sapanlar için hazırlanmıştır,o.

Bakara surelerinde “insan ve doğanın yakıt haline getirileceği” hükmü vardı. “Bu sureler onlar için yeterliydi.” “Daha fazlasına da gerek yoktu.” Köleci üretim ve üretim biçimi veya feodal üretim biçimi için insan ve doğa gözden çıkartılmıştı.
İslam dinine göre Kaza ve kadere inanmak dinin temel koşullarındandı.Buna göre de:

“Kaza ve kadere inanmak İslam dininin temel koşullarındandır, her şeyin Tanrı’dan geldiğine ve her şeyin tanrı’nın dilediği gibi olduğuna inanmak demektir.Tanrı tarafından kader’le saptanmış olaylar zamanı geldiğinde gene Tanrı tarafından kaza’yla gerçekleştirilir.”Å di.

Tanrı tarafından belirlenen bu kadere karşı alevi itikat okullarından biri olan Mütezile (Akliyyun) felsefe okulu da mücadele etmiştir. Bu felsefe okulu akıcılığı ve insan özgürlüğünü savunuyordu. Bu okulun düşünceleri beş ilkede toplanabilir:

1. “İnsan, eylemini kendisi yaratır. Özgürdür ve kadere bağlı değildir.”
2. “Tanrının kendisinden ayrı nitelikleri yoktur. Müntezileciler bu düşünceleriyle de açıkça Kuran’ a karşı çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre nitelik ve öz, birbirinin aynıdır.”
3. “Büyük günah işleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak fasıktırlar. ( kabahatlidir )”
4. “Kötülerin cezalandırılması ve iyilerin armağanlandırılması Tanrı için zorunlu( vacip )’dur.”
5. “İyi şeylerin yapılması ve kötü şeylerin yapılmaması ( Ar. Emr bi’l-maruf va’n-nehy ani’l münker ) zorunluluğunu ileri sürer.” Å

Bu okul akılcı bir felsefeye dayalı olarak kendini ortaya koymuştur. Bu okul aynı zamanda iyi ve kötüyü birbirinden ayırmıştır.Diğer yandan insan iradesinin köleci egemen-sınıfın iradesinin üstünde olduğunu ortaya koymuştur. Fiiliyatta topraklar köleci üretim biçiminin hakim sınıfının elindeydi. İrade de onların egemenliğine dayalıydı ve bu sınıf egemenliği de dini kullanarak gerçekleştiriliyordu. Burada tanrı iradesi yerine insan iradesi köleci üretim biçiminde yer alan egemen-sınıfın sınıf iradesinin önüne konmuştur.Bunlara göre kuran bir insan ürünüydü.
Sünnilikte ise Kuran’ın bizzat kendisi tanrıdan gelmişti. Halbuki Sünniliği Köleci Emevi-Arap egemen sınıfları örgütlemişti. Sünnilik böyle bir toplumsal zemine dayanıyordu. Emevi İmparatorluğunun yıkılışı tüm akılcı muhaliflerin desteğiyle gerçekleştirildiği zaman Abbasiler ancak akılcı felsefenin desteğiyle iktidarlarını korumuşlardır.Abbasi İmparatorluğunun güçlenmesiyle birlikte egemen sınıflar tekrar bu akılcı felsefeyse tavır alarak Sünniliği tercih etmişlerdir.Çünkü insan köleci üretim biçiminde hem üretim aracı hem üretimi yapan hem de toprakla birlikte“tanrı mülkiyeti” sayılan bir toplumsal sistemin içine dahildi. Bu da egemen sınıfların sınıf tercihiyle uyuşuyordu..
Mutezile[1] felsefe okulu çıkışından itibaren Sünni itikat okullarından olan Meşaiyye[2] ve Eş’ariyye[3] felsefesine karşı mücadele etmiştir.Tüm bu felsefe okulları Batıyı etkilemiştir. Müntezile akılcılıkla hem Doğu hem de Batı toplumlarının tümünü etkilemiştir.Aynı zamanda Batıda da Ronesansı başlatmıştır.
İnsanın sosyal ve maddi dürtülerinin bir birinden ayrıştırılarak bölünmesi ve İnsanın maddi dürtüleri ile doğa arasındaki ilişkinin tarihsel-kültürel egemen sınıfın iradesi lehine dini izahlar Hıristiyan, Yahudi ve İslam kaynaklarında rastlanmaktadır.Bu kaynaklara göre:

“Yahudi kaynaklarına göre tanrı, dört büyük meleğine yedi kat yerden yedi avuç toprak getirmelerini buyurmuş. Ne var ki yer bu toprağı vermek istememiş. Büyük meleklerden Azrail, insanı yaratmak için Tanrı’nın istediği toprağı dünyadan zorla almış.”¤

Ademle Havva yaratıldıktan sonra ilk günahı işlemişler Fakat Kurana göre Hz.Adem bağışlanmış ve peygamber olarak görevlendirilmiştir.Kuran’ın Bakara süresinin 30-39 ayetleri bunu şöyle anlatır:

“….O gün biz meleklere:Ademe secde edin, dedik.Onlarda secde ettiler.Yalnız İblis bundan kaçındı, büyüklük taslamak istedi, böylece Allah’ı tanımaz oldu.Dedik ki:Ey Adem, sen de eşin de cennette kalın, dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyin, yanlı şu ağaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de kıyıcılık etmiş olursunuz. Derken Şeytan her ikisinin de ayağını kaydırdı, her ikisini de yerlerinden etti.Bunu üzerine biz de şöyle buyurduk:Birbirinize düşman olarak buradan gidin. Yeryüzünde yaşadığınız sürece barınacak yer, geçinecek nesne bulacaksınız.O sırada Adem, Allah’ından öğrendiği sözlerle tövbe etti Allah da onun tövbesini onadı.” ©
Yukarıdaki iki alıntıda da görüldüğü gibi İnsanın Sosyal dürtüleriyle maddi dürtüleri bir birinden ayrıştırılarak insan toplumsal olarak sınırlandırılmıştır.Burada insan iradesinden tanrı iradesi üstün tutularak egemen-sınıfların iradesine boyun eğme vaaz edilmiştir.

Çünkü “Tanrıbilimsel törebiliminde (etikte) törebilimin (etiğin) kaynağı tanrıdır.İyi davranışlarla kötü davranışlar, tanrının iradesine uygunluk yada uygunsuzluklarıyla ölçülür.Sömürü düzeninin isteklerine uygun olarak boyun eğme, acılara ve kötülüklere direnmeme, her şeye katlanma ve kaderine razı olma tanrısal erdemlerdir.”@

Dolayısıyla insanın yarattığı maddi zenginlikler ile doğanın zorla özel mülk haline getirilmesi sürecine din eş zamanlı olarak katkıda bulunmuştur. Bu durum insanın hem kendi bedeninden hem de doğadan kopartılmasına egemen-sınıflar ve sömürü sistemi lehine dini-ideolojik ve politik imkanlar verilerek tarihsel-kültürel bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla din tüm dünyada insan üzerinde tarihsel-kültürel bir toplumsal egemenlik biçimi olarak şekillenmiştir.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ortak olarak paylaştıkları bir doğa görüşü ile uyum halindedir.
“ Tekvin’de tanrı insana” denizdeki balıklar, havadaki kuşlar, sığırlar ve hareket eden her canlı şey üzerinde egemenlik vermiştir. O şöyle devam eder: “Sana yeryüzünde bulunulan her tohum veren bitkiyi, her meyve veren ağacı verdim ve sen yiyecek olarak onlara sahip olacaksın.” ·

Bu görüşe göre, doğanın bizim yararımız için var olduğu açıktır. Bu görüş içinde yer alan “insanlar” doğanın işleyişini ereksel olarak görür. Bu durum bir dizi itiraza açıktır. İlk olarak doğa sisteminin, özel olarak güzel ve uyumlu olduğu düşüncesini sorgulayabiliriz. Sonuçta çığ düşmeleri, depremler, kasırgalar, kuraklıkları, buzul çağları ve tüm bir türün ortadan kalkma olayları doğal olarak meydana gelmektedir. Jack London’un ünlü cümlesi ile “doğanın dişleri ve pençeleri kan rengindedir” Doğada hiçbir şey akıllı bir planlayıcının her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve ahlaki olarak mükemmel olduğuna kabul etmemizi gerektirecek bir kanıt olmamaktadır.
Yine bu fesle okullarından biri olan Dehhiyyuncular[4] (zamancılar) daha ileri giderek tam bir materyalizmi savunmuşlardır. Bu anlayış felsefi anlayışta eski Anadolu da maddeci doğa felsefecilerinin görüşlerinden etkilenmişlerdi.Aynı zamanda bu felsefi köklerin etkileri Anadolu’da da vardı.Bu savunulan felsefi görüş bilim öncesi bir maddeci anlayıştı.Bu okulların birbiriyle ilişkileri vardı.Bu ilişkiler dini, felsefi ve siyasi temelde olabiliyordu.Bunların birbirleriyle olan ilişkileri belli bir sınıfsal temele dayanıyordu.Bu okulları görüşleri de egemen-sınıflarla ezilen sınıfların arasındaki çelişkilerde taraf tuttukları yere göre şekilleniyordu. Bunlar da:

“Dünyanın yaratılmadığını, ezeli olduğunu, ruhun gövdeden ayrılan bir varlık olmadığını, maddenin temel olduğunu ileri süren felsefe sistemi” Bilginin kaynağı duyumlardır; gerçek olan içinde bulunduğumuz dünyadır. Bu evrenin yoktan var edilmediği gibi yok olacağı da düşünülemez.Tabiatın üstünde başka bir güç yoktur. Ölümden sonra dirilme, cennet, cehennem, tanrı hayali varlıklardır.Bütün olayların yaratıcısı zamandır,değişmeler oluşmalar, zaman etkisiyledir.Zaman hiçbir varlıkla sınırlı değildir.Ó demişlerdir.

Şeyh Bedrettin de bu maddeci felsefe okulunun fikirlerine sahip çıkarak Alevi siyasi direnişi içinde yerini almıştır. Maddeci olan dehriyyunla vücudiyyin [5] arasında anlayış fakları vardır.Fakat ikisi de maddecidir.Vücutcular, batıdaki doğa tanrıcılardan farklı olarak, vahdet-i vücutcu olmaları dolayısıyla bircidirler, evrensel varlıkta saltık bir birlik görürler. Dehricilerse çokçudurlar,evrende bir çok maddesel tözler olduğunu ileri sürerler. Aynı zamanda vücutcular’a göre bu saltık varlık bircidir, dehricilere göre ise böyle bir şey söz konusu değildir. Mutezile ise hayvanla insan arasında bir nitelik farkı bulunduğunu bir eleştiri olarak dehricilere söylemişlerdir.Şeyh Bedrettin de dünyanın oluşmasıyla ilgili zamancı okulun maddeci tezlerini 1420’lerde dile getirmiş ve idam edilmiştir.Şeyh Bedreddin’in savunduğu maddeci felsefe özetle şuydu:

“Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evren kendisini oluşturup, dengeleyen önsüz ve sonsuz bir süreçtir.” @

Dolayısıyla “doğa ve tanrı bir ve ayni şeydir” diyordu. Ona göre mutlak varlık, birlik olarak tanrı, çokluk olarak da doğaydı. Mutlak varlık, madde ve ruh biçiminde ortaya çıkıyordu. Bunlar da birbirinden ayrılamazdı.Bedreddin ruhun maddeden başka bir şey olmadığını ileri sürmüştür:

“Bütün aşamalar, cisimler aleminde toplanmıştır.Cisim ortadan kalkarsa, ne ruhlardan, nede başka soyut varlıklardan bir iz kalır.Öz, süretsiz kalamaz; çünkü onsuz, belirgin bir duruma gelemez.
Şöyle devam etmiştir:
Sebepler varsa, iradenin kendisini göstermesi kaçınılmaz olur;bu da eylemleri kaçınılmaz kılar.Eylemlerin sahibi, yapmayabileceğini sanırsa da buna gücü yetmez.”Ä
Sözleri ile zorunluluğu ortaya koymaktadır.Bu duruma “tanrı da” engel olamaz diyerek, şöyle devam etmektedir:
“Karşıtlar, Hak’tan doğar. Hak, bunların bir kısmından hoşlanır, bir kısmından hoşlanmaz.Doğuşları, özü ve aşamaları gereği olduğu için, oluşu durdurulamaz.”Æ

Burada ise karşıtların aynı anda var olan bir gerçeklik olduğunu dile getirmiştir.Aynı zamanda bu maddeci düşünceleri ile de dinci, ve idealist görüşlerin karşısında yer almıştır.Bu dinci ve idealist görüşlerin de aristokrasi ve burjuvaziye ait bir ideoloji olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.Karşıt gerçeğin bilincinde olarak da aristokrat ve burjuva ideolojinin karşısında yer almıştır. Ezilen sınıfların yanında yer almıştır. Ezilen sınıfların siyasal düşünce ve eylemlerinin temelini oluşturmaya öncülük edenlerden birisi olarak da devrim tarihinde yerini almıştır.
Şeyh Bedreddin mutlak varlık, madde ve ruh biçiminde ortaya çıktığı için bunlar da birbirinden ayrılamazdı, demiştir.Bu yüzden de bunlar eş düzeydeydi. Dolayısıyla “Deccal” ya da “Mehdi” gelmeyecek, kıyamet kopmayacaktı.Cennet ve cehennem de dünyaya ilişkin olgulardı.Bu konuyla ilgili olarak da şöyle devam etmiştir:

“Huri, köşkler,ırmaklar, ağaçlar, meyveler…ve benzerlerinin hepsi hayalde gerçekleşir,duyumlarda değil.Cin de öyledir ve adı da bunu doğrular. Çünkü duyumlardan gizlenmiştir.Onu gören, dışta gördüğünü sanır.Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür;gördüğü gerçek değildir.”#

Kuran’ı Kerim ve Kuran’ı Kerim bağlamında yer alan ayetlerde dünyaya ilişkin olgulardı.Yani insanın yazdığı bir şeydi.
O dönemde Meşaiyye, Eş’ariyye ve Mütezile gibi tüm felsefe okulları horasan kaynaklıydı. Sünni felsefe okulları dinle felsefeyi uzlaştırmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla Meşaiyye inanç okulu felsefede Platon[6]ile Aristoteles’i[7] uzlaştırmışlardır.Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak felsefeyle dini uzlaştırmışlardır.Buda idealizmdi. Alevi felsefe okulları ise doğa felsefesini temel alarak ortaya çıkmışlardır.Bu ise maddeciliktir. Bu düzeyde ortaya konan ilk geleneksel tasavvuf (gizemcili[8] anlayışını “Vahdet-i Vücut” (Varlık Birliği) temelinde Beyazid-i Bistami ile Hallaç-i Mahsur, ortaya koymuştur. İlk felsefi dergahlar Horasan’da açılmıştır. Bunlar da doğa ve insanın birliği anlayışı hakimdi. Bu felsefe önce bütün varlıkları ayrı ayrı gören gizemi, sonra kendi iradesini tanrılık iradesiyle birleştirmiş ve daha sonra kendi varlığını tek varlığa katarak vahdet-i vücut aşamasına ulaşmıştır. Bu yetkin aşama ise kendinden önceki bütün aşamaları kapsıyordu. Bu aşamada gizemci, artık kendisinin tek varlığın insan biçimindeki belirtisi olduğunu bilmektedir. Bu yüzden Hallacı Mansur “ben Tanrı’yım” (Enelha demiştir.
Dolayısıyla Hallac-ı Mansur’un görüşü din kurallarına uymuyordu. Dine göre insanla Tanrı ayrı ayrı varlıklardır. Tanrı, yaratıcı, insan ise “yaratılmıştır.” Alevilik, Hallac-ı Mahsur öğretisinin hattı üzerinden geliştirilerek vahdet-i mevcut halini almıştır. Ezilen sınıfların mücadelesi üzerine dayanan önderlik bu felsefeyi geliştirmiştir.Alevi felsefesi zulme karşı bayraktarlığın ‘birleştirici’ nosyonu olarak rol oynuyordu.Çünkü Aleviler bu topraklarda yaşamış Büyük, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarına ve Emevi-Sünni ve Abbasi hanedanlığına karşı Kur-an’a daha rasyonalist yaklaşımları Sünni ve Harici değil Batıni yorumdu. Bu yorum ekonomi, siyaset ve ideolojiyi de içine alıyordu. Dolayısıyla Alevilik ezilenlerin sınıfsal-kültürel ideolojisiydi. Bu felsefe yorumu Alevileri sadece Sünni’lerden değil Şii veya Şia’dan da farklı kılıyordu.Bu konu da Tarihi, bilim dalı diye, Felsefeye kazandıran İbni Haldun’un söylediklerine bakalım: (Mukaddime’nin kaleme alınış tarihi, 1379) Abbasoğulları’nın ajanı Şamah,
“İdris’in yanında yalnız bulunduğu anlardan birinde ağı sundu ve onunla öldürdü İdris’i. İdris’in öldürüldüğü haberi, Abbasoğuları’na olayların en güzeli biçiminde ulaştı.Neden ki, Batı Afrika da Alevilik akımını oluşturan nedenler zincirinin koptuğu ve karınca yuvasının kökünden sökülüp dağıtıldığı umuduna kapılmışlardı.”s …..
Alevi felsefesinde ise “Vahdet-i Mevcut” (Mevcut Birliği) anlayışı hakimdir. Vahdet-i Vücutta ise, hem gövde, hem de var-olan anlamı bulunmaktadır. Bu da bir ikilemi çağrıştırmaktadır. Bunun yerine var-olanı daha net biçimde ifade eden Vahdet-i Mevcut kavramı kullanılmaktadır. Bu da varolanların birliğini ifade eder. Bu yüzden maddesiz bir varlık düşünmek mümkün değildir.Doğal olarak da evrensiz bir tanrı yoktur ve bunu da kabul etmek olanaksızdır. O halde tanrı her zaman maddeyle birlikte vardır. Aynı zamanda varolanlarla birlikte vardır. Yani varlıkla vardır.Bu yüzden alevi felsefesinin çıkış noktası maddeci doğa tanrıcılıktır. Düşünceci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak olan ilkeler anlamındaki tanrı, soyut değerlerin bağımsızlaşmış bir biçimidir. Bu da maddeye birlikte vardır..
Alevilik tümüyle maddeci ve-zorunlu olarak ütopyasını kendi içinde barındıran Toplumcu bir felsefedir.İnsanlar kardeştir ve bütün malları eşitçe bölüşülmelidir.Evren, maddesel ve zorunlu bir oluştur.Ne yaratan, nede yaratılan vardır. Kutsal kitaplar, tanrının değil peygamberlerin kendi sözleridir.İnsanın kıyameti öldüğü gün kopar, başkaca bir kıyamet yoktur.Cennet ve cehennem bilgisiz insanları ürkütmek için ileri sürülmüş hayali ürünlerdir.Ölülerin yeniden dirilmeleri mümkün değildir, ölen bir daha dirilmez.
Dolayısıyla Alevi Felsefesi, doğanın insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu ileri süren materyalist anlayışla örtüşür . Anadolu tasavvufu, doğa tanrıcılığı yani varlık birliği anlayışıyla yeniden diriltilerek, bunun dışa vurması biçiminde tezahür eden (görünen) insan “tanrıcılığını” felsefesine ekledi. Doğa-insan ilişkisi içinde İnsan-maddeci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak ilkeler anlamındaki cevher, bir alt birlikte yani birey insan-maddede somutlaşan bir biçimdir.
Aleviliğin ve Dünyadaki “Heteredoks Mezheplerin” tek tanrılı dinlerden doğduğunu söyleyenler.İşçi sınıfı ideolojisinin burjuva ideolojisinden doğduğunu söyleyecek kadar bir mantık sakatlığına sahiptirler.Bu durum hiçbir mantık doğrusuyla uyuşmamaktadır. Çünkü genel toplumsal üretim biçimi çıkarları ters olan iki sınıfı ortaya çıkartır. “Aklın yolu birdir” denir ama onlar “dinin yolu birdir” demeye getiriyorlar.Burada aklın yolu tarihsel kültürel köleci-egemen sınıfın iradesi yönünde tezahür etmektedir.Bu gün ise burjuva egemen sınıfın sınıf iradesi yönünde toplumsal sistemle bütünleşmektedir. Böylece sınıf mücadelesi tarihsel ve kültürel egemen-sınıfın sınırlandırılmış ideolojisiyle yürütülmektedir.
Batı sömürgeciliğinin yerli sağcı ve solcu komprador aydınları ve onun Türk veya Kürt-İslamcı veya laik tarihsel-kültürel ajanları tarihsel-sınıf mücadelesini pragmatik tarzda değerlendirerek onun felsefi-sınıfsal ve kültürel özünü kapitalist kültürle sınırlayarak sosyolojik olaylara indirgemektedirler.Dolayısıyla toplumsal ilerlemeye dayanan üretim biçimlerinin değiştirilmesi rolüne biçilen burjuva devrimcilikle sosyalist devrimcilik arasında her hangi bir fark kalmamaktadır.Bu gün üretimin ve üretim biçiminin değiştirilmesini sağlayacak olan şey işçi sınıfının tarihsel ezilen sınıfların ideolojik, politik ve kültürel mirası üzerine oturtularak sınıfın tarihsel-kültürel sınıf bilinci ve pratiği içine sokulması gerekmektedir. Bu gün ki proletaryanın tarihsel proletarya bilinci ve pratiği ile hareket etmesi gerekmektedir. Dünyadaki ve Türkiye’deki İşçi sınıfın sınıf mücadelesi programı ve stratejisi tarihsel sınıf mecrasına oturtularak ancak insanlığın kurtuluşu sağlanabilir.Bu aynı zamanda yeni bir kültür ve yeni bir toplum demektir. Dünyadaki Emperyalist-kapitalizmi ve kapitalizmi atomlarına kadar parçalayacak olan bu güç, Batı ve ABD yeni sömürgeciliğini de yerle bir edecektir.

''SORULARLA ALEVİLİĞİN ANLATIMI''


www.alevicanlar.net


Sorularla Alevilik

Giriş

Sorularla Alevilik adlı bu çalışmamız benzerlerinden farklı bir anlama sahiptir. Farklılığı, kullanılan dilin sade, anlaşılır olması ve soruların-cevapların somut ve derinlikli olmasıdır. Konuyla ilgili insanların kafalarındaki çelişkilere çözüm niteliğinde açılımlar var. Yine günlük yasam içerisinde gelişen diyaloglarda ortaya çıkan sorular ve bu sorulara mantıksal, tarihsel, inançsal, toplumsal faktörler ele alınarak verilen bütünlüklü cevaplar var.

Bazı ideolojik saplantıları olan, tarihsel ve toplumsal gerçekliğimizi kabul etmeyen, art niyetli, ön yargılı yaklaşımların sahibi olan kişilerce verdiğimiz cevapların anlaşılmayacak olması bizler acısından anlaşılır bir durumdur. Bizlerin bu çalışmayla amaçladığı inançsal, tarihsel, siyasal, toplumsal etkileri de hesaba katarak Alevilik ve Alevilerle ilgili temel sorulara verdiğimiz cevapların bilinmesidir. Bu cevaplarda inanç gerçekliğimiz, felsefemiz, kültürümüz, tarihimiz, yaşam biçimimiz, sorunlara çözüm önerilerimiz var. Yine bu cevaplarda yaşamsal Aleviliğin nasıl olması gerektiği yönünde işaretler var.

Çalışmamız ön yargısız bir şekilde incelendiğinde anlamlı sonuçlara ulaşılacağı kesindir.

Çalışmamızı Hak Erenlerin yolunu layıkıyla sürenlere ithaf ediyoruz.

Erenler Aşk İle.



Kavram Olarak Alevi kelimesi ne anlama geliyor?

Alevi kelimesi Hz. Ali taraftarı, Hz. Ali yanlısı anlamına geliyor. İslamiyet içerisinde Hz. Ali´yi sevenlere Alevi denilmektedir.

Alevi kavramının oluşum tarihi Hz. Ali`nin yaşadığı dönemde baslar. Hz. Ali daha yasarken bile Ali taraftarı Alevi diye bilinen kişiler vardı. Yani Alevi kavramını dolayısıyla Aleviliği başka yönlere çekme gayreti içerisinde olanlar Alevi kavramını ya Hz. Ali`den çok önceki bir döneme ya da Hz. Ali`den çok sonraki bir döneme ait olduğunu söylüyorlar. Bu her iki iddia da yanlıştır. Doğrusu; Alevi kavramı daha Hz. Ali hayattayken oluşmuştu. Fakat o zamanlar çok dar bir cevre için kullanılıyordu. Ancak tarihsel süreçte Hz. Ali taraftarları çoğaldı ve böylece Alevi kavramı genelleşti.



Alevilik İslamiyet içindeki bir mezhep midir?

Cevaba geçmeden mezhep kelimesi ne anlama geliyor ona bakalım. Mezhep kelimesi Arapça olup “tutulan yol” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla Alevilik İslami bir mezheptir. Ancak hemen belirtelim ki İslamiyet eşittir Sünnilik veya Şiilik değildir. Yine Alevi inancına dar mezhepsel bir tanım Alevililerce asla kabul görmemiştir. “Sorma be birader mezhebimizi/Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır” deyimi Alevi inancının mezhepsel tanımı astığının simgesidir.

Alevilik İslami bir inançtır. Ancak bazı art niyetli kimseler Aleviliği İslam’dan ayırmaya çabalamışlardır.

Aleviliği kendi grupsal, ideolojik, bölgesel, etnik çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen kimseler Aleviliği bu düşünceye hizmet edecek şekilde tahrif etmişlerdir. Yine Emeviler döneminde doruğa çıkan ve daha sonraları da devam eden Alevi düşmanlığı da Aleviliği İslam dairesi dışında görmüştür. Onlara göre, onlar gibi düşünmeyen herkes İslam dışıdır. Bu düşüncenin çok yanlış olduğu ve çok acılara sebebiyet verdiği ortadadır.

Alevilik İslami bir inançtır. Ancak tekrar tekrar ısrarla belirtelim ki İslamiyet salt Sünnilik değildir. İslamiyet’i eşittir Sünnilik olarak algılayanlar İslamiyet’i bazı biçimsel kurallara indirgeyerek Aleviliğin İslam dışı bir inanç olduğu sonucuna varıyorlar. Halbuki varmaları gereken sonuç “Alevilik Sünnilik değildir ama Sünnilik ve Şiilikten farklı bir İslam inancıdır” sonucu olmalıdır.



Aleviler Allah´a inanırlar mı?

Aslında sorulmaması gereken bir soru bir soru ancak art niyetli kimselerin bulandırdığı kafalar netleşmek zorunda.

Her şeyden önce Alevilik bir inançtır. Bundan hareketle belki de Allah´a en çok inanan, Allah´ın birliğini kabul eden topluluklardan biridir Aleviler. Cem törenine katılanlar bu durumu açıkça görebilirler. Yine binlerce Alevi deyişinde, şiirinde bu açıkça görülür.

Aleviler Allah´a inanırlar, hem de bütün benlikleriyle Allah´in varlığına, birliğine bağlıdırlar. Ancak kimse Alevilerin Allah´a inançlarını Sünni ve ya başka inançtan insanınkiyle kıyaslamaya ve böylece yanlış sonuçlara ulaşmaya kalkışmasın.



Aleviler peygamber olarak kimi kabul ederler?

Aleviler Hz. Muhammed´i peygamber olarak kabul ederler.

Aleviler bütün peygamberler bağlıdırlar.

Son peygamber olan Hz. Muhammed´e bağlılıkları ve inançları sonsuzdur.

Bazı iftiralar sonucu Alevilerin Hz. Muhammed´i peygamber olarak kabul etmedikleri düşüncesi oluştu. Bu tamamen Alevi inancına terstir. Hz. Muhammed, Alevilerin inandıkları, bağlandıkları peygamberdir.

Hz. Muhammed son peygamberdir. Bu doğruyu kimse yanlışa çevirerek, yeni peygamberlikler uydurarak, Hz. Muhammed´in yolundan giden Alevilere yamamaya çalışmasın.

Tekrar belirtelim ki, birilerinin art niyeti ve birilerinin de cehaleti Alevileri bağlamaz.



Hz. Ali´nin Alevi inancındaki yeri nedir?

Alevi demek; Hz. Ali yanlısı, taraftarı, seveni demektir. Bundan da anlaşılacağı üzere Hz. Ali´nin Alevi inancındaki önemini, yerini anlatmaya gerek yok. Ancak ne var ki bazı kimseler tarih boyunca ve günümüzde de Hz. Ali sevgisini, bağlılığını ya yanlış anladı veya hiç anlamadı. Alevilerin Hz. Ali´ye olan sevgileri, bağlılıkları onun peygamber olduğu anlamında değildir. Aleviler için peygamber son peygamber Hz. Muhammed´dir.

“Hz. Ali´nin Alevi inancındaki yeri nedir?” diye sormak her ne kadar abes gelse de anlaşılır bir durumdur. Çünkü Hz. Ali´nin adından gelen Alevi kavramı ile kendisini ifade eden bu topluma çok çeşitli tahribatlar yaşatılıyor. İşte bunun içindir ki Hz. Ali taraftarları Alevilere “inancınızda Ali´nin yeri neresidir” diye soruluyor. Bize düşen usanmadan doğrularımızı anlatmaktır



Aleviler namaz kılarlar mı?

Aleviler ve namaz konusunu bir kaç boyutuyla ele almak gerekiyor. Çünkü Alevilerin sürekli olarak maruz kaldığı soruların başında “neden namaz kılınmıyor” sorusu geliyor.

Her Alevi mutlaka ömrünün birden fazla döneminde “siz Aleviler neden namaz kılmıyor, camiye gitmiyorsunuz?” sorusuyla karşılaşmıştır

Bilindiği gibi namaz Farsça bir kelimdir. Namaz kelimesin Kuran´da ki karşılığı salat´tir. Salat ise dua, tanrıyı içten anıp selamlama anlamına geliyor. Allah´i içten anıp selamlamanın, duanın ise biçimi, sekli yoktur. Dua, insanin Yaratıcı ile beraberliğidir. Bunun için belli bir saat, mekan, kural yoktur. İnsan istediği vakit, istediği dilde, istediği şekilde dua edebilir, Yüce Yaratıcısına şükür edebilir. Yüce yaratıcıyı anmak, Yaratıcıyla dolu olmak, bir araya gelmek için belli bir zaman dilimi yoktur. Bu her an olmalıdır ve her anda mümkündür. İbadeti belirli zamanlarla sınırlayan kendisini biçimsel kurallar ve şekillerden arındırmamış demektir. Böylesi şekilsel bir kuşatma ise yaşamın gayesine ters bir durumdur.

Bazıları ibadeti biçimsel kurallarla sinirliyor. Çokça tekrarlamak durumunda kaldığımız gibi biz Alevilerde ise ibadeti kalıplaştırmak yoktur. Elbette ibadette belirli kurallar olması gerekiyor. Özellikle toplumsal olarak yerine getirilen ibadetin kuralları vardır. Ancak inancın temelidir gibi bazı yanlış uygulamalarla sırf ibadet olsun diye ibadet, ibadetin gayesini yok saymak demektir. Biz Alevilere dayatılanda budur. Deniliyor ki; “Aleviler illa camiye gidin, namaz kilin”. Amaç burada ibadet ise Aleviler zaten toplumsal olarak Cem de ibadetlerini yerine getiriyorlar. Aleviler kimseye, “Cem evine gelip Cem ederek ibadet edin” gibi bir dayatmanın sahipleri değiller. Aleviler “herkesin inancı kendisine” ilkesi ile hareket ederken başkaları ısrarla Alevilere dayatmalarda bulunuyor. Hem de inançsal anlamda temeli olmayan gerekçelerle.

Amacımız burada Alevilerle Sünniler arasındaki inanç farklılığını bütün boyutlarıyla tartışmak değildir. Amacımız ısrarla Alevilere dayatılan “günde beş (5) kez namaz kilin böylece iyi bir Müslüman olursunuz” gibi inancı biçimsel kurallara indirgeyen, hatta neredeyse bunu inancın özü sayan mantığın yanlış olduğunu belirtmektir. Namaz, neredeyse birileri tarafından inancın asıl gayesi haline getirilmiştir. “günde beş vakit namaz kılan kişi iyi bir insandır ve yaşamı anlamına uygun yasayan kişidir, kılmayan ise münafık, kafir kişidir” gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Aleviler asırlardır bunun inancın özüne ters bir tutum olduğunu belirtmişlerse de, siyasi anlamda iktidarda olmadıklarından dolayı seslerini kimseye duyuramamışlardır. İnancın asıl özünü takip edip uygulamak yerine gösteriş için yapılan fiillerle zamanını harcayanlara Maun suresinde söyle ikaz edilmektedir: “Dini yalanlayan gördün mü? İste yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İste namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler”. Biz Alevilerce anlaşılması gereken en önemli nokta burasıdır.

Konun daha iyi anlaşılması ve doğrularımızın bilince çıkarılması için bazı tekrarları yapmak durumunda kalıyoruz. Konuya hakim olanların anlayışına sığınıyoruz.

Önceki satırlarda da belirtmeye çalıştığımız gibi namaz Farsça bir kelimedir. Kuran da ki karşılığı Salat´ir. Salat´in anlamı ise Allah´i içten anıp selamlama ve duadır. Bu gün egemen Sünni anlayışın günde beş vakit kıldığı ve Alevilere dayattığı ve neredeyse dinin temeli saydığı namaz ibadetinin Kuran da beş vakit olduğu yönünde acık bir beyan yoktur. Madem namaz inancın özü sayılacak kadar önemli bir ibadet neden Yüce Yaratıcı bu konuda acık ve kesin hükümler ortaya koymasın?

Aleviler namazı ret etmiyor. Nitekim Cem ibadetinde halka namazı seklinde ibadetlerini yerine getiriyorlar. Ancak bu namaz hiç bir şekilde egemen Sünni anlayışın namazıyla benzer değildir. Bazıları çıkıp diyebilir ki: “su kadar milyon insan namazı böyle kılıyor da siz Aleviler neden farklı anlıyor ve uyguluyorsunuz?” Hemen belirtelim ki çoğunluk her zaman doğru yapıyor anlamına gelmez.

İbadetle amaçlanan kişinin kendini yenilemesi, arındırması ve sosyal dayanışmayla kişiliğini tamamlamasıdır. Maun süresi böyle bir anlama sahip. İbadet için ibadet, gösteriş için yapılan ibadet nafile ibadetlerdir.

Alevi ibadet anlayışı biçimsellikten uzak içtenliği esas alır. Al-i İmran Suresi 191. Ayetinde “Onlar; ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah´i anarlar”. Bakara s Suresi 239. Ayeti: “Eğer korkarsanız, (namazı) yaya yahut binekte iken kilin”. Bu ve benzer ayetlerde de anlaşılacağı üzere Allah insanlara içten ibadet etmeyi emrediyor.

Birileri kabul etsin veya etmesin, Alevilerin ibadet anlayışı bu minval üzeredir.





Cem nedir?

Cem Alevilerin toplu halde ettikleri ibadetin adıdır.

Kavram olarak Cem Arapça bir kelime olup toplanma, birikme, bir araya gelme manasına gelmektedir.

Cem'in kaynağı Kırklar Cem'idir.

Cem ibadetini diğer inançlardaki ibadetlerden farklı kılan en önemli unsur; Cem de bulunanların ayni zamanda toplumda hesap vermekle yükümlü olmalarıdır. Cem de bulunalar bir birlerinden Razı Olma k zorundalar.

Cem de bulunan bir kişi başka bir kişiye dargınsa, bu iki kişinin dargınlıkları giderilmeden, barışmaları sağlanmadan Cem'e başlanmaz.

Alevilerin toplu anlamda temel ibadeti olan Cem, bir DEDE´nin gözetiminde, önderliğinde yerine getirilir.

Cem ibadetine katil, hırsız, yolsuz, düşkün kimseler giremez.

Cem ibadetini kısa bir şekilde tanımlamak mümkün değil. Bu anlamda Cem'in ne olduğunu ve nasıl uygulandığını tam manasıyla kavramak için en yakındaki Cem evine gidip bilgilenmek gerekiyor.



Dedelik nedir, Dedenin görevleri nelerdir.?

Dede, Alevi toplumunun inançsal önderidir. Dedelik ise kendine has bir is yapısı/hiyerarşisi bulunan bir kurumdur.

Her Alevinin bir dedesi vardır. Her dedenin de bir dedesi (mürşidi) vardır.

Talibin davranışlarından (inanç anlamında) dede sorumludur.

Dede talipleri eğiten, yol gösterendir.

Dede taliplerin bütün düşünsel, manevi sorunlarına çözüm, sorularına cevap getiren kişidir.

Dedelik kurumunun kendisine özgü bir yapılanması var. Bu yapılanma (mürşit-rehber bağlamında) gereği her dede ayni zamanda başka bir dedenin talibidir. Nasıl ki talip bir yanlışa düştüğünde yada hata yaptığında dedesine sığınıyorsa, ayni şekilde dede de talibi olduğu dedesine (mürşidine) sığınıyor. Böylece mükemmel bir denetim mekanizması kurulmuş oluyor. Bu mekanizma halkalar misali bir birine bağlı. Yani bir dedenin görevini layıkıyla yapıp yapmadığını mürşidi tarafından denetlenir.





Herkes Dede olabilir mi?

Dedelik kurumu asırlardan beri var olmuş bir kurumdur. Çok zorlu koşullarda ağır baskılar görmüştür dedeler. Buna rağmen Alevi inancını bu güne değin gelmesini sağlamışlardır. Bu misyonlarını geliştirerek günümüzde de sürdürmekle yükümlüdürler.

Gelelim cevaba: İsteyen herkes dede olamaz. Öz manasıyla dede olmak için Evladı Resul olmak gerekiyor. Yani soyunun Hz. Muhammed ve Hz. Ali´den olması gerekiyor. Ancak hemen belirtelim ki Alevi inancında Yol, yolu kuranında üstündedir. Eğer bir bölgede Evladı Resulden bir dede yoksa ve durum zamanla Yolun bozulmasına sebebiyet verecekse durum değişiyor. Bu manada gerekli bilgi birikimine, yolun edebine, ahlakına uygun olan bir kişi Dergah´tan icazet almak şartıyla dedelik yapabilir. Nitekim tarihte böylesi durumlar çok olmuştur. Evladı Resulden olmayan bir çok kişi Dergahtan gerekli eğitimi aldıktan sonra dedelik yapabilmişlerdir.



On İki Hizmet nedir?

On İki Hizmet, Cem ibadeti sırasında görevli on iki kişinin yerine getirdiği hizmetin adıdır. On İki Hizmet olmazsa Cem de olmaz.

Cem de On İki Hizmet sahipleri tarafından yerine getirilen On İki Hizmet, sembolik olarak algılansa da özde çok derin manalara ve gerçeklere işaret ediyor. Dolayısıyla On İki Hizmet çok önemlidir. On İki Hizmeti biçimsel bazı kurallar algılamamak gerekiyor. Sembolize ettiği hizmetlerin derin felsefi, toplumsal, inançsal boyutları vardır.

On İki Hizmetin dağılımı su şekildedir:

1. Dede(Mürşid)

2. Rehber

3. Gözcü

4. Çerağcı(Delilci)

5. Zakir(Aşı

6. Ferraş(Süpürgeci)

7. Sakka(İbriktar)

8. Kurbancı(Sofracı)

9. Pervane

10. Peyik(Davetçi)

11. İznikçi(Meydancı)

12. Bekçi









Aleviler domuz eti yerler mi?

Aleviler zorunlu koşullar dışında domuz eti yemezler. Bu zorunlu koşullarında neler olduğu biliniyor. Bazı Alevi inançlı kimselerin domuz eti ve domuz etinden üretilen mamulleri yemeleri Alevi inancının domuz etinin yenilmesini meşru kıldığı anlamına gelmez.



İnsan-ı Kamil kime denilir?

Dört Kapı Kırk Makam da sonuncu kapı olan Hakikat kapısına ulaşmış ve böylece Hakikati kavramı olan insana İnsan-ı Kamil denilir.

Bir insanin manevi anlamda ulaşabileceği en üst boyut İnsan-ı Kamil´lik boyutudur. İnsanin gerçek manada insan olduğu, Hakikat sırrına ulaştığı, canlı cansız her şeyin gizemine vakıf olduğu aşamadır İnsan-ı Kamil´lik. İnsan, aşama aşama giderek ve bütün kapılara ve makamlara ulaşarak İnsan-ı Kamil olur.





Alevi-Sünni kardeşliği nasıl gelişir?

Alevi-Sünni kardeşliği gereklidir, mümkündür. Hatta Alevi-Sünni kardeşliğinin şahsında diğer inançlardan insanlarla da kardeşlik, bir arada, eşit ve özgür bir şekilde yasamak gereklidir ve bu mümkündür de.

Alevi-Sünni kardeşliğinin gerçekleşmesi, kalıcı olması için en önemli nokta; Alevi inanç gerçekliğinin kabul edilmesidir. Hiç bir gerekçenin arkasına saklanmadan Alevi toplumun tarihten günümüze kadar getirdiği inancını, felsefesini, kültürünü, yasam biçimini kabul etmektir. Alevi toplumunun farklılığını ret etmek, yok saymak, asimle etmeye çalışmak yerine kabul etmektir. İnsani olan, doğru olan, kardeşliği oluşturacak/geliştirecek olan böylesi bir yaklaşımdır. Eğer böylesi bir yaklaşım esas alınmazsa kardeşlik oluşmaz. Alevileri kendilerine benzetmeye, asimle etmeye, dışlamaya, yok saymaya devam ederlerse kardeşlik oluşmaz..

Alevi toplumu inancı uğruna çok bedeller ödemiş/ödeyen bir toplumdur. İnancının kabul edilmesini talep etmek, eşitliği talep etmek Alevi toplumunun hakkidir. Eşitlik olmadan, karşılıklı hoşgörü, saygı olmadan kardeşlik gelişmez. Bu, kardeşliğin doğasına aykırı bir durumdur.

Alevi toplumu kardeşliğe hazırdır ve bunu pratik olarak da diğer inançlara ve mensuplarına saygı temelinde ortaya koymuştur.



Erenler kimlerdir ve Eren kime denir?

Eren, kendini Hak yoluna adayan ve bu yolda bir çok makamı aşarak bazı sırlara vakıf olan kimseye denir. Erenler Hak sırına vakıf olmuş, İnsan.ı Kamil mertebesine ulaşmış kişilerdir. Ancak günlük dilde Erenler kavramı karşıdaki kişiyi yüceltmek, dikkat çekmek, kırıcı olmadan uyarmak içinde kullanılıyor. Yine bilge, olgun, alim, inançlı kimselere de deniliyor.



Enel Hak ne anlama geliyor?

Enel Hak kavramını ilk olarak Hallacı Mansur kullanmıştır ve bu kavramı sık sık tekrarladığı için çok ağır işkenceler altında katledilmiştir.

Enel Hak kavramı Arapça olup kelime manasıyla “ben Hakkım, hakikatım, gerçeğim” anlamına geliyor. Enel Hak; Hakla Hak olmak, insanin kendisini aşması ve Hakka yakınlaşması, Hakkla bütünleşmesidir. Bu manada inancı bir şekiller, biçimler, dogmalar bütünü olarak algılayanlar Enel Hak kavramını da farklı algılamış ve yorumlamışlardır. Hallacı Mansur ve daha sonraları Seyyid Nesimi'nin şahsında dile getirilen bu anlayışın yeteri kadar anlaşılmadığı ve taşıdığı felsefi derinliğin -biçimsel boyutuyla da olsa- onu sahiplenenler tarafından dahi doğru bir şekilde alglanmadığını görüyoruz. Hallacı Mansur ve Seyyid Nesimi'yi katledenlerin Enel Hak'kı anlamamalarını ve düşmanlıklarının sebebi bir noktada anlaşılır bir durumdur. Ancak Hallacı Mansur'u sahipleniyor görünenlerinde Enel Hak'kı yeterince algılamadıklarını görmek kabul edilmemesi gereken bir durumdur. Umulur ki Hallacı Mansur ve Seyyid Nesimi'nin yolunu sürdürüyor iddiasında olanlar Enel Hak'kın bilincine varırlar.



Aleviler tavşan eti yerler mi?

Aleviler tavsan eti yemezler. Bunun bir çok sebebi var. Ancak asıl sebep; tavşanın adet görmesi ve etinin çok kanlı olup sağlıksız olmasıdır. Ayrıca tavşan fizyolojik ve biyolojik yapısıyla da ilginçlikler taşıyan bir hayvandır. Tavşanın kafası kedi kafasına, kulakları eşek kulaklarına, arka ayakları köpek ayaklarına, ön ayakları kedi ayaklarına ve kuyruğu domuz kuyruğuna benzemektedir. Yine tavşan kedi ile çiftleşmektedir. Bunca sağlıklı ve yenilmesinde sakınca olmayan hayvan (koyun, keçi sığır vb.) varken Alevilere “neden tavşan yemiyorsunuz” diye sorular sormak düşündürücü olmanın ötesinde art niyetlilikten başka bir şey değildir.



Duaz nedir? Deyiş nedir?

Duaz, Duazdeh'in kısaltılmış halidir. Duazdeh Farsça olup on iki (12) anlamına gelmektedir.

Duaz, cem ayinlerinde söylenen ve On İki Imamlarin adlarının geçtiği deyişlerdir. Bu deyişlerde Ayrıca On İki Imamlarin yani sıra basta Hz. Peygamber ve Hacı Bektaş Veli olmak üzere Alevi ulularinin adları gecmektedir.

Duaz icin “deyişler”lerdir tanımını yaptık. Anlaşılır olması için böyle bir tanım uygundur. Ancak duaz bir nevi dua olarak da algılana bilinir.

Şüphesiz Alevilik ve Aleviler hakkında biraz bilgi sahibi olan kişiler için duaz'in, nefes'in, türkü'nün, deyiş'in farklı anlamlara sahip olduğu açikardır. Fakat günümüz gerçekliği doğrultusunda genel bir tanım olması ve bu tanımın yaygınlaşıp kabul görmesi için Deyiş tanımı en uygun olanıdır. Deyiş; Aleviliği çağrıştıran her melodinin adıdır. Türkü, nefes, duaz bunlar da alt adlardır. Yoz ve yobaz üretimden farklı olunduğunun anlaşılması için Deyiş en uygun tanımlımadır.



Mersiye nedir?

Mersiye, Kerbela vakasını işleyen, Ehlibeyte ve On İki İmamlara bağlılığı, sevgiyi dile getiren bir şiir türüdür. Özelikle Muharrem Ay'ı boyunca söylenen ve Ehlibeyt taraftarlarının olduğu her coğrafyada ve her dilde söylenen ağıtlar bütünüdür mersiyeler. Mersiyelerde zalim olana, haksız olana bir öfke var. Yine mazlum olana, haklı olana bir sevgi ve sempati var. Mersiyeleri salt ağıt boyutuyla algılamak eksiklik olur. Mersiyeler bu noktada bilinç taşımasıdır. Aynı zamanda ne kadar da zaman geçmiş olursa olsun iyinin unutulmayacağının ve kötünün, zalimin her daim lanetleneceğinin göstergeleridir. Edebi açıdan, Ehlibeyte bağlı olanlar için bir edebi zenginliktir.



Düşkünlük nedir?

Düşkünlük bir ceza sistemidir. Alevi toplumunun bunca ağır baskı koşullarına rağmen, birliğini koruyarak bu günlere gelmesinde işlevi göz ardı edilemeyecek bir sistemdir.

Cem ibadeti, bilinen klasik ibadet anlayışlarından farklı bir ibadettir. İbadetle beraber toplumsal meselelerinde çözüme kavuştuğu bir, bir araya gelinmedir.

Cem de insan sadece Allah'a ibadet etmekle kalmayıp topluma da hesap vermekle yükümlüdür. Bu anlamda da Alevi inancı diğer bütün inançlardan önemli farklılıklar taşıyor.

Egemen olanların mahkemelerine gitmeyen Aleviler kendi yargı sistemlerini geliştirdiler. Düşkünlükte bu sistemin önemli ayaklarından birisidir. Öyle ya da böyle bir kişi suç işlemişse bu kişi Dede'nin denetiminde yargılanır. Cem de gerçeklesen bu yargılamaya Cem de bulunan herkes oyları, görüşleri ile katılırlar ve böylece ortak bir karara varılır. Halkın direkt katılımıyla gerçekleşen bir “Halk Mahkemesi”dir bu. Suçun ağırlığına göre bir ceza verilir. Düşkünlük, verilen cezalarin en büyüklerinden birisidir. Düşkün olan kimse toplumdan dışlanır. Düşkünlüğü ve dışlanma süresini halk ortak bir karar ile aldığında Alevi toplumunda suç oranı minimum düzeyde kalmıştır. Toplumdan tecrit edilip dışlanmak çok büyük bir ceza olduğundan, o kişiyi başka toplumlarda içine almazlar. Böylece bir çok suç, daha işlenmeden önüne geçilmiş olur.

Düşkünlük kavramı günümüzde daha çok çıkarcı ve ahlaksız kimseler için kullanılan genel bir kavram şeklini almıştır. Ancak düşkünlüğün çıkış noktası ve asıl anlamı yukarı da izah etmeye çalıştığımız çerçevededir.



Muhabbet Cem'i nedir?

Muhabbet Cem'inin önemi, işlevi günümüzde çok artmıştır. Öz itibariyle Muhabbet Cemlerinin asıl işlevi genç insanları Görgü Cem'ine hazırlamaktır. Günümüzde ise Muhabbet Cemlerinin işlevi çok daha büyüktür. Her tür yozluğun dayatıldığı, değerlerin anlamsızlaştırıldığı, ilişkilerin çıkar çelişkisi etrafında şekillendiği günümüzde Muhabbet Cemleri adeta bir insani olana dönüş programıdır.

Adından da anlaşılacağı gibi Muhabbet Cemleri, muhabbetin olduğu, insani duyarlılığın olduğu, yaşamın anlam ve değer kazandığı bir nurani iklim ortamıdır. Bu atmosferdeki enerji his edilir olmaktan çıkıp insanı başka boyuta, başka alemlere götürür. Götürür ve tekrar özünü bulan insanı sağlamlaştırmış olarak geri getirir. İnsanın en çok da ihtiyaç duyduğu bu değil mi? Yani insan sadece fiziki görüntüsüyle değil, ruhuyla, duygularıyla, düşünceleriyle... yani bir bütün halinde insan olmalıdır.

İnsani olan ne varsa kirletiliyor, anlamsızlaştırılıyor. Sürekli yapay mutluluklar, güdülerin doymak bilmez dürtüleri pompalanıyor. Böylesi koşulların hakim olduğu bir ortamda insani olanın sağlam kalması mümkün değil. Sağlam olmak isteyen ve hayatı anlamlandırmak isteyenlerin sığınağı Muhabbet Cemleridir. Bu muhabbetler bir başlangıçtır. Sonsuz, sınırsız lezzetler,manzaralar diyarına yolculuğun başlangıcı. Perşembe'yi cuma'ya bağlayan gece böylesi bir nurani atmosferin en ideal anıdır.



Zülfikar neyi sembolize ediyor?

Züfikar'in neyi sembolize ettiğine geçmeden önce Züfikar'in ne olduğunu açmamız gerekiyor. Zülfikar, Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali'ye armağan edilen ucu çatal kılıcın adıdır. İnancımıza (Aleviliğe) göre Zülfikar savaş öncesi gökten inmiştir. Hz. Muhammed'de bu gökten inen kutsal kılıcı Hz. Ali'ye hediye etmiştir.

Zülfikar, asırlardır adaletin sembolü olarak işlevini sürdürmeye devam ediyor.

Zülfikar, Hz. Ali'nin kişiliğiyle bir bütünlük haline gelmiştir. Hz. Ali'yi Zülfikarsız düşünmek mümkün değildir.

Zülfikar'ı salt bir savaş aracı olarak görmemek gerekiyor. Zülfikar, gerçek adaletin, hakkaniyetin, doğruluğun, mertliğin sembolidir.

Günümüzde Zülfikar Alevi olmayı (dışsal/zahiri anlamda da olsa) sembolize ediyor. Özelikle de Alevi gençliği Zülfikar'ı kolye şeklinde takıyor. Bu “Aleviyim” demenin, kimliğini Zülfikar'ın tarihsel misyonuyla açıklama biçimidir. Olmadık baskılara maruz kalan Alevinin kimliğini sembolize ediyor Zülfikar. Elbette boynuna her Zülfikar kolyesi takan kişi Alevi değildir. Alevi ise dahi bazıları Zülfikar'ın taşıdığı misyondan, Zülfikar da sembolleşen adalet anlayışından habersizdir. Bütün bunlara rağmen Zülfikar günümüzde Alevi kimliğini simgesel, biçimsel de olsa dışa yansıtıyor.



Şamanizmin ve Zerdüştlüğün Aleviliğe etkileri var mıdır? Eğer varsa bu etkinlik ne boyuttadır ve günümüzde nasıl bir işleve sahiptir?

Seksenli yılların ortasından itibaren çeşitli ideolojik politik grupların Aleviliğe ve Alevilere ilgisi arttı. Bu ilgi elbette Alevi toplumunun geleceğini inşaa etme, Aleviliğin özünü tanıma gibi bir nedene dayanmıyordu. Bu ilginin asıl sebebi kendi dar ideolojik-politik çıkarlarına bir zemin hazırlamak, Aleviliği ve Alevileri kendi ideolojik yapıları için bir arka bahçe olarak hazırlamaktı. İşte soruya kaynaklık eden Şamanizm ve Zerdüştlükte bu nokta da devreye girdi.

Bilindiği gibi Şamanizm eski bir Orta Asya inancıdır. Yine Zerdüştlük de eski bir Mezopotamya inancıdır. Her şeyi etnik kimliğe bağlamak, etnik politikalarına bir inançsal dayanak bulmak isteyen akımlar Alevi inancındaki bazı olguları Şamanizme ve Zerdüştlüğe bağladılar. Ve bu yolla Aleviliği Hz. Ali'den, On İki İmamlardan, Ehlibeytten soyutlayarak kendi “etnik dini” yapmak istediler. Bunun içinde yazılı kaynaklardan yoksun, Alevilik Bilincinden yoksun Alevi kitlelerin beynini karıştırdılar. Bunun sonucunda bazı safdiller ve art niyetli kimseler Aleviliği eşittir Şamanizm veya Zerdüştlük olarak görmeye başladılar. Olayın özü böyledir. Yapılan bunca teori, kaynak bulmak, benzerlik aramak bunun içindir. Elbette Alevi inanç sistemi kültürel anlamda eski Orta Asya ve Mezopotamya inançları olan Şamanizm ve Zerdüştlükten bazı ögeler almıştır. Bu doğaldır da. Ancak bu kültürel birer motif olan ögeleri bütünlüklü bir inanç olan Aleviliğin esası olarak göstermek art niyetlilikten başka bir şey değildir. Şamanizm ve Zerdüştlükte bulunan ve günümüz Alevi kültür yapısı içinde birer “kırıntı” olarak kabul edilen bazı benzerlikleri Aleviliği farklı yönlere çekmek için kullanmak haksızlık ötesi bir durumdur.

Bilinmesi gereken; her inanç diğer inançlardan etkilenmiştir. Çoğu kez coğrafya farklılığı, etnik farklılık inancın kültürel yapısına etki etmiştir. Ancak bu etki Hiç bir zaman inancın merkezini etkilememiştir. Etkilenme alt boyutlarda kalmış ve bu haliyle de bir zenginlik olarak değer kazanmıştır. Unutulmaması gerekir ki inancın özünü belirleyen olmayıp bazı kültürel kazanımlar olarak varlığını sürdürüyor olması eski inancın kendisi değildir.

Aslında söz konusu Aleviler ve Alevilik olunca çok saçma sorular gündeme gelebiliyor. Düşününki günümüzde etkin olarak varlığını sürdüren inançların tarihi en fazla bir kaç bin yıldır. Bu inançlara inanan insanlardan kimse çıkıp demiyor ki; “benim atalarım bundan bilmem kaç yıl önce şöyle bir inanca inanıyordu, bende şimdi bu inanca tekrar dönüyorum”. Ancak bazı “ukala” kişiler diyebiliyor ki; “benim atalarım Şamanist ve Zerdüşttü. Bende şimdi bu inanca inanıyorum, Alevilik bize sonradan dayatılmıştır, ben Alevi değilim” diyebiliyor. Fakat bir Alman, Fransız, İngiliz bunu demiyor. Bundan bir kaç yüz sene önce Almanların, İngilizlerin, İsveçlilerin atalarıda başka inanca inanıyorlardı. Peki bunlar niye eski inançlarına dönmüyorlar da ukala kişi Aleviliği bırakıp “atalarının inancına” dönüyor!!!???



Alevi inancına göre ölüm bir yok oluş mudur?

Cevabı her yöne çekilmeye açık bir soru. Ancak hemen belirtmeliyiz ki Aleviler ölümü bir yok oluş olarak görmüyorlar. Ölüm, yeni bir dönemin/sürecin (buna ebedi süreçte diyebiliriz) başlangıcıdır.

Büyük Alevi önderi Şah İsmail (Hatayi) bir şiirinde “dün doğdum bugün ölürüm/ölen gelsin işte meydan” diyor. Yine bir çok Alevi şiirinde/deyişinde/deyiminde “ölen tendir, can ölmez” sözü geçiyor.

Alevi inancında ölüm ile ilgili önemli bir boyutta “ölmeden evvel ölmek” şeklinde formüle edilen boyuttur. Bu konunun çok derin Batın manası vardır. Farklı anlamlara çekiliyor olmasından dolayı cevabı kısa kesip öz olarak Alevi inancında ölümün bir yok oluş olmadığı inancını tekrar belirtiyoruz.

Ölüm, yeni bir başlangıcın ilk adımıdır. Fakat burada ölümü yücelttiğimiz manası çıkmasın. Gerçeği vurgu manasında belirtiyoruz. Ölüm yaşamın bir gerçeği. Ancak insana ölüm gelene kadar da insanin yapmakla mükellef olduğu görevleri vardır. Ve insanoğlu son nefesine kadarda bu görevleri en doğru şekilde yerine getirmek zorundadır. Hayatın anlamına ulaşmak için doğru bir yaşamın sahibi olmak ve ölüm gerçeğini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.



Tevella Teberra ne anlama geliyor?

Tevella= dostluk kurma, dost olma anlamına geliyor.

Teberra= uzak durmak anlamına geliyor.

Aleviler arasında Tevella ve Teberra'nin manası ise Ehlibeytin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak anlamına geliyor. Ancak tarihsel süreç içerisinde Tevella Teberra'nin anlamı daha önemli hale gelmiştir. Tevella Teberra iyiden, güzelden, haktan, haklıdan yana olmak; zalime, sömürücüye, haksıza, riyakara da karşı olmak anlamına geliyor. Bu anlamıyla bir duruşu, tavrı sembolize ediyor. Ehlibeytin şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı olmayı temsil ediyor. Bazı dar görüşlü kimseler Tevella Teberra'nin taşıdığı anlamı, sembolize ettiği değerleri dar bir çerçevede ele alıyor. Olayın özü ise öyle sanıldığı gibi dar bir çerçevede değildir. Özde bir duruş, tavır vardır. Ve bu duruş Ehlibeytin şahsında bütünsel bir manaya sahip olup mekan ve zamanla sınırlı değildir. Yer yüzünde haksızlık olduğu müddetçe ve doğruları hakim kılma ideali olduğu müddetçe Tevella Teberra da olacaktır.







Oruç nedir?



Oruç, insanin bedenini disiplin ve denetim altına almak, ruhsal yapısını güçlendirmek için yaptığı bir ibadettir. Oruç ibadeti belirli zamanlarda yeme, içme ve cinsellik gibi istekleri/duyguları terk ederek zihinsel/ruhsal yapıya ağırlık vermektir. Bazı inançlarda oruç tamamıyla yeme-içmeden uzak durmak seklinde olabileceği gibi, et ve diğer hayvansal mamuller gibi belirli yiyecekleri yememek şeklinde de olabilir.

Hemen hemen bütün inançlarda oruç ibadeti vardır.







Aleviler oruç tutarlar mı?



Hemen hemen bütün inançlarda oruç ibadeti vardır. Alevi inancında da oruç ibadeti vardır.







Muharrem Orucu nedir?

10 Ekim 680 de Hz. Ali'nin oğlu ve Hz. Muhammet'in torunu Hz. Hüseyin ve sevenleri (toplam 72 kişi) Kerbela'da acımasız bir şekilde katledildiler.
Aleviler bu acı olayı kınamak için, her yıl Muharrem Ayının onuncu gününden başlamak üzere, 12 gün oruç tutarak yas tutarlar. Aleviler Muharrem orucu ile Hz. Hüseyin`in şahsında Ehlibeyte bağlılıklarını dile getirirler ve ayni zamanda zalimin zulmünü lanetlerler .

Muharrem orucunun bir diğer özelliği de insanin kendi iç benliğine yönelmesi, yanlışlarını-doğrularını, eksilerini-artılarını hesaplaması ve bütün bunların sonucunda daha iyiye, doğruya, güzele yönelmesidir. Muharrem orucu, bütün bu özellikleriyle önemli bir ibadettir.



Muharrem Orucu nasıl tutulur?

Kurban Bayramının 1. gününden başlayarak 20 gün sayılır. 20. günün akşamı Muharrem Orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Niyet edildikten sonra gün doğumu ile gün batimi arasındaki sürede hiç bir şey yenilmez ve içilmez. Gün batimi ile iftar açılır.

Oruc süresince (12 gün boyunca) düğün,nişan,sünnet ve benzer törenler/etkinlikler yapılmaz, kurban kesilmez, et yenilmez, Kerbela Şehitleri'nin çektikleri susuzluğu hissetmek için su içilmez (Su saf olarak içilmemektedir. Vücudun su ihtiyacı yenilen yemeklerden, çay,kahve,meşrubat,meyve suyu,ayran gibi sıvı içeceklerden karşılanır).

Muharrem orucunun on ikinci günü ise On iki İmamlar 'in anısına on iki çeşit gıdadan oluşan Aşure Çorbası pişirilerek komşulara dağıtılır ve böylece o yılki Muharrem Orucu noktalanır.









Aleviler Ramazan orucu tutarlar mı?



Aleviler, Sünni Müslümanlardan farklı olarak Ramazan ayında sadece üç gün oruç tutarlar. Alevilere göre Ramazan orucunun bir ay olduğu yönünde Kuran da hiç bir açık beyan yoktur.







Nevruz Bayramı Aleviler için ne anlama geliyor ve Aleviler Nevruzu nasıl kutlarlar?



Nevruz; Farsça bir kelimedir ve yenigün (yeni/nev gün/ruz) anlamına geliyor. Miladi takvime göre 21 Mart günü Nevruz günüdür.

Nevruz, Alevi toplumun önemli bayramlarından biridir. Yine Nevruz bayramı, salt Aleviler için değil hemen hemen bütün doğu toplumları için önemli bir gündür.

Alevi söylencelerinde Nevruz gününde gerçeklesen önemli olaylar söyle sıralanır:

Dünya kuruluşunu bugün tamamlar.
Hz. Muhammed’e nübüvvet bugün ihsan edilir.
Hz. Ali’nin bugün doğmuştur
?????????Bugün Hz. Ali ile Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’nın evlendiği gündür.
Hz. Muhammed, bugün Gadir-hum’da okuduğu hutbede, Hz. Ali’yi Vasi tayin eder ve kendisinden sonra Müslümanların önderi (imamı) ilan eder.
Bugün Hz. Ali’nin hilafeti elde ettiği gündür.
Bugün Haci Bektaş veli’nin Anadolu’ya gelişinin ilk günüdür. Rum Erenlerinin Şah-ı Velayeti karşıladıkları gündür.
Bugün Gaip Erenleri “Kırklar’ın” toplandığı gün olarak inanılır. Bu nedenle bugün “Kırklar Bayramı” olarak ta bilinir.
Hz. Hüseyin’in intikamını almak için Muhtar Sakafi önderliğinde gizli bir teşkilat kurulur. İhtilal işareti olarak mahallelerde büyük bir ateş yakılır. Bu günde tesadüfen 21 Mart’a denk gelir. O günden bugüne değin Alevilerce zulme başkaldırı işareti olarak ateş yakılır.
Bugün Hz. Adem Peygamberin yaratıldığı gündür.
Alevi toplumu Nevruzu inancı esas alarak kutlarken, bir çok toplumda Nevruz gününe başka anlamlar yükleyerek kutlar. Her toplum kendisine özgü bir anlatımla Nevruzu tanımlar ve yine kendisine özgü bir şekilde kutlar. Alevi toplumu ise Nevruz bayramını su şekilde kutlar:
?????????Nevruz bayramı erkanı sabahtan başlar. Toplu olarak sabah yemeği yenecekse, önce Dede bir dua okur ve herkese süt ikram edilir ve kahvaltı yapılır. Daha sonra dargınlar barıştırılır. Hasta ve yoksullar ziyaret edilir, gönülleri alınır. Yeni ölmüşlerin evlerine taziyeye gidilir. Türbe ve mezarlıklar ziyaret edilir. Nevruz şenliklerinin yapılacağı ev ve kır yerleri önceden saptandığı için, bu yerlerde tüm hazırlıklar tamamlanır. Yaşlılar için ayrı bir mekanda, gençler için ayrı bir alanda muhabbet sofraları kurulur. Gençler kırlarda şenlikler yaparlar, halaylar çekerler, ateş üstünden atlayarak dilekler tutarlar. Genç kızlar ve oğlanlar karşılıklı mani söylerler...
Nevruz Bayramı akşamı “Meydan” açılır. Taliplere “Nasip” verilir. Cem evinde toplanılır. Tüm canlar hazır olduktan sonra , saat 20.00 civarında Nevruz Erkanının icrasına başlanır.


Musahiplik nedir?



Musahipliğin temeli dayanışma ve paylaşmaya dayanır. Musahiplik Alevi inancının en önemli kurumlarından biridir. Musahiplik arkadaşlık ötesi bir birlikteliktir.

Musahipler arasında ayrı gayrı bulunmaz. Babailerin deyimiyle "musahipler yarin al yanağından gayrı her şeyde ve yerde ortaklardır". Yine meşhur bir Alevi deyimiyle "musahip musahibini ateşten alandır". Musahiplik zordur, zor olduğu kadar da şereflidir. Musahiplik günümüzdeki anlamıyla "sigorta"dır. Musahipliğin tarihçesi Hz. Muhammed’in hicretinin birinci yılında Müslümanların sayısının çoğalmasıyla geliştirdiği bir birlikteliktir. Musahiplik Kuran-ı Kerim’in şu ayetleriyle açıklanmıştır:

Enfal sur esi ayet 72-73, "Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp yardımda bulundular, işte bunlar, bir birilerinin dostu ve yarıdırlar .

İnkâr edip küfre sapanlar ise bir birilerinin yarıdırlar. Eğer böyle yapmaz (birbirinize dost ve yakın olmaz) sanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir".

Bu ayetlerle Hz. Muhammed hicret edenleri ve hicret edenleri kabul edenleri birbirine kardeş yaptı. Aleviler bu doğrultuda bunu geliştirdiler.

Musahiplik, bazılarının belirttiği gibi tarihte kalan bir kurum değildir. Musahipliğe insanların günümüzde daha çok ihtiyaçları vardır. Çünkü insanlar tarihte olduğu gibi günümüzde de düşünsel ve yaşamsal sorunlarla boğuşmaktalar. İşte bu boğuşmayı kazanmak için insanların musahiplere ihtiyacı vardır. Beraberliğe, kardeşliğe, paylaşmaya ihtiyacı vardır.





Kızılbaşlık nedir ve Kızılbaş kimdir?

Her ne kadar bazıları bir yanılgı içine girip Kızılbaşlığı Alevilik içinde bir kol olarak görseler de esasında Kızılbaşlık Aleviliğin ta kendisidir. Kızılbaş kavramı tarih boyunca ve günümüzde Alevileri aşağılamak, karalamak ve küçük düşürmek için kullanılmıştır. Alevilerin düşmanları Kızılbaşlığı Alevileri küçük düşürmek maksadıyla kullandıkları oranda Aleviler Kızılbaş kavramına sahip çıktılar .

Kızılbaş kelimesi kızıl başlık takan anlamına geliyor. Tarihçesi Uhut savaşına kadar uzanır. Uhut savaşında Hz. Ali kendisini Hz. Peygambere siper ettiği sırada başından yaralanır. Bu savaştan sonra Hz. Ali’ye Kızılbaş denmiştir. Yine Sıffın savaşında Hz. Ali’nin taraftarları başlarına kırmızı başlık takmışlardır. Alevi devleti olan Safevi ordusunun askerleri de başlarına kızıl başlık takarlardı.

Alevi düşmanları Alevi kavramını kullanmazlar, onun yerine Kızılbaş kavramını kullanırlardı. Bunu Alevileri aşağılamak amacıyla yaparlardı. Aleviler ise Kızılbaşlığı sahiplenip, kendilerini öyle de ifade ederlerdi.

Sonuç olarak bilinmelidir ki; Kızılbaşlık Alevi inancı içindeki bir kol veya tarikat değildir. Kızılbaşlık Alevi düşmanlarının Alevileri aşağılamak maksadıyla kullandıkları bir terimdir. Ve Kızılbaşlar bütün Alevilerdir, Kızılbaşlıkta Aleviliktir.





Bektaşilik nedir?

Hacı Bektaşı Veli adına kurulan, Hz. Ali ve On İki İmam sevgisine dayanan Anadolu ve Balkanlarda yayılan günümüzde de varlığını sürdüren önemli bir Alevi tarikatıdır/örgütlenmesidir.

Bektaşiliğin doğuşu 1240 yılına dayanır. Babailer isyanının bastırılmasından sonra Baba İshak’ın halifesi olan Hacı Bektaşı Veli etrafında toplananlar Hz. Muhammed’i mürşit, Hz. Ali’yi rehber, Hacı Bektaşı Veli’yi de pir olarak kabul ettiler.

Bektaşilik genel anlamda Alevi inancını oluşturan Hz. Ali, On İki İmamları esas almasının dışında eski Türk kültürünü ve Anadolu inançlarının bazı olumluluklarını da alarak gelişmesini tamamladı.

Bektaşiliği kurumlaştıran kişi Balım Sultan’dır. Bektaşilik idare bakımından iki kola ayrılır. Babaganlar ve Çelebiler. Babaganlar kendilerinin Hacı Bektaş’ın "yol evladı" olduklarını belirtirler. Babaganlar daha çok kentlerde örgütlendiler. Çelebiler kendilerini Hacı Bektaş’ın "bel evladı" olduklarını belirtirler. Çelebiler daha çok kırsal alanda örgütlendiler. Bütün bu çelişkilere rağmen Bektaşilik gelişmesini sürdürdü. Osmanlı ordusunun özel birlikleri olan Yeniçerilerin tamamına yakını Bektaşi’ydi. Padişah II.Mahmud Yeniçeri ocağını kaldırırken Bektaşiliği de yasaklamayı ihmal etmedi (1826).

Bektaşilik günümüzde Alevi inancının en önemli öğesi niteliğindedir. Bir çok Bektaşi kuralı Alevi inancı içinde kabul görmüştür. Hacı Bektaşı Veli’nin Türbesi de bulunan Nevşehir ilinin Hacıbektaş ilçesi bu anlamda sadece Bektaşiler için değil, bütün Aleviler için önemli bir merkez konumundadır.





Şiilik nedir?

Şiilik, kavram olarak Hz. Ali taraftarlığı demektir. Şiilik sözcüğü Şia kelimesinden türetilmiştir. Her ikisi de aynı anlama gelmektedir: Hz. Ali taraftarlığı.

Genel anlamda Alevilik konusunda, Aleviliğin ne olduğu konusunda kavramlar alabildiğine çarpıtılmış, anlamları değiştirilmiş, her türlü yoruma tâbi tutulacak bir hale gelmiştir. Bu kavramların başında Şiilik kavramı gelmektedir. Yukarıda da belirtildiği üzere Şiilik kavramı, Hz. Peygamberin Hakka yürümesinden sonra Hz. Ali’nin halifeliğine (dini-siyasi önderliğine) inananlar için kullanılmıştır. Şiiliğin bir başka manası da Aleviliktir. Neticede Alevi kelimesi de Hz. Ali’nin isminden türetilmiştir. Ama bir çok olayda, olguda olduğu gibi tarihsel süreç, yoğun baskı ve asimilasyonla geçtiği için, bu kavramlar ve temsil ettikleri değerler de deforme olmuşlar, başka anlamlar yüklenmiş ve başka başkalaşımlar gerçekleşmiştir. Öz olarak Şiilik ve Alevilik aynı şeylerdir. Fakat tarihsel gelişim sürecindeki olaylar bazı değişimler, yenilikler, adetler, sapmalar getirmiştir. Tekrar belirtmek gerekir ki; öz olarak, çıkış noktası olarak ikisi de aynı anlama gelmektedir.

Şiilik ve Aleviliğin ortak noktalarından başlayarak bunları tarihsel süreç içerisinde yaşadıkları farklılaşmaya kadar biraz açalım.

Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali’ye yapılan haksızlıklar, Emevi saltanatı sırasında Hz. Ali’nin soyuna karşı devam etti. Bu süreçte yaşanan haksızlıklar, katliamlar, adaletsizlikler safları iyice netleştirdi. Hz. Ali ve Ehlibeyt taraftarlığı İslam’ın Hak davetini sürdürürken, buna karşın Emevilerde temsilini bulan Sünnilik bir devlet dini oluyordu. Her tarihsel olayda olduğu gibi burada da egemen olanın sözü daha geçerli, getirdiği kurallar daha etkili ve din adına yürüttüğü çalışma daha verimliydi. Emevilerin bu yoğun çalışmaları ve kurumlaşmaları İslamiyet’i bütün coğrafyalara yayıyordu. Bu arada Ehlibeyt taraftarları da davetlerini gerçekleştiriyordu. Ehlibeyt taraftarları, devlet örgütlenmesine sahip olmadıkları için örgütlenmeleri daha çok gönüllülük temeline dayanıyordu. Emevilerinki zora dayanıyordu. Ama yine tarihin kanıtladığı gibi; gönüllülük daha kalıcı olurken, zora dayalı gelişim daha güçlü ama geçici oluyordu. Bunun en büyük örneği Endülüs Emevi Devletidir. Bu devlet hazin bir sonla yıkılmıştır. Çünkü temelinde inanç yerine zora dayalı bir iktidar vardı. Hâlbuki o devlette ve dolayısıyla o coğrafyada Ehlibeyt taraftarları bir çalışma yapmış olsalardı, sonuç daha farklı olurdu. Nitekim Emeviler zor ile İslam’ı yaymaya çalışırken Ehlibeyt taraftarları sevgi ile yapıyordu. Emevilerin ardıllarının İslam adına yaptıkları tahribatları Ehlibeyt taraftarları düzeltiyordu. Ehlibeyt taraftarları inancın özünün; Emevilerin yaptığı ve uyguladığı gibi olmadığını kanıtlıyordu. Nitekim Ehlibeyt taraftarları bu kadar baskı altında gelişim bulmuşsa bunun en büyük sebebi Ehlibeyt taraftarlarının şiddet ve zor yerine sevgiyi esas almalarıdır.

Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra İslamiyet iki kutuba ayrıldı.

Ehlibeyt ve Ehli sünnet. Bunlardan tarihsel süreç içerisinde bir çok oluşum oluştu. Ehlibeyt taraftarları dünyanın her tarafında, hemen hemen bütün coğrafyalarda varlar. Ama bunların ortak noktaları azalmış, farklılıkları çoğalmıştır. Her coğrafyadaki Ehlibeyt taraftarları, o coğrafyadaki tarihsel gelişmeler çerçevesinde farklılaşmış, yeniden şekillenmiştir. Şüphesiz aynı durum Ehli sünnet taraftarları içinde geçerlidir.

Aradaki fark; Ehli sünnet hemen hemen her zaman bir iktidar diniydi. Bu avantaj kullanılarak ortak noktalar korundu. Ehlibeyt taraftarları ise yoğun baskılar sonucu her zaman gizlenmek zorunda bırakıldılar. Bunun sonucu ortak bir örgütlenme yaratılamadı. Yaratılamayınca da kopukluk başladı ve böylece temel değerlerin dışında kalan ama günlük yaşamda belirleyici bir çok konuda farklılıklar ortaya çıktı. Bunun en can alıcı örneği günümüzde kendisini Alevi ve Şii olarak adlandıran toplumlar arasında görülüyor. Aleviler daha çok Anadolu’da, Balkanlar’da ve kısmen Ortadoğu’da yaşamaktalar. Şiiler ise Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Asya’da yaşamaktalar. Aleviler ile Şiiler arasındaki temel noktalar: Peygambere, On İki İmamlar’a, Ehlibeyt’e, Kuran’a, Hz. Ali’ye bağlılıktır. Bunun dışında şüphesiz daha bir çok ortak nokta var. Ama ayrı noktalar da bir o kadar fazla. Şimdi hangisinin haklı veya daha doğru olduğu tartışmasına girmeyeceğiz. Bu tartışma yaklaşık 200 yıl kadardır sürüyor. Ayrılığın başlangıcı 1800’lü yıllara dayanmaktadır. 1500’lü yıllarda başlayan ve Şah İsmail’in önderlik ettiği birliktelik 1800’lü yıllarda son bulmuş, dünyadaki Ehlibeyt taraftarları arasındaki bağlantı kopmuştur. İşte yaşanan bütün farklılıklar bu 200 yıllık zaman diliminde gerçekleşmiştir. Ama farklılık çok belirleyici olmuştur. Örneğin Asyalı bir Şii`nin önder kabul ettiği bir şahsiyeti diğer Ehlibeyt taraftarları tanımıyorlar bile. Yine bir Anadolu Alevisinin önder kabul ettiği birisini diğer Ehlibeyt taraftarları tanımıyorlar. Biz olayın özetini böyle vermeye çalıştık. Sonuç olarak şunu belirtebiliriz ki; Ehlibeyt taraftarları birbirilerine inançlarını empoze etmek, dayatmak, kabullendirmek yerine ya da kendi doğrularını savunmak yerine ortak değerler etrafında buluşmadılar. Bu salt Aleviler için değil, bütün insanlık için geçerlidir. Yine Ehli sünnet için de geçerlidir. Ehlibeyt ve Ehli sünnet taraftarları ortak noktalarda buluşmalı ayrı noktalarda ise karşısındakinin inancına saygı duymalıdır. İnsanlığın huzuru, barışı böylesi bir atmosferde gerçekleşir. Aleviler, Ehlibeyt taraftarları böylesi bir dünyanın özlemi içinde olup bunun için azami çaba sarf edenlerdir. Şimdi sıra diğer inanç sahiplerinde.



Tahtacılar kimlerdir?

Tahtacılar, Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaşayan Alevilerdir. Anadolu Alevi mozaiğinin en renkli öğelerinden olan Tahtacılar, genellikle orman işiyle uğraştıkları için bu ismi almışlar. Osmanlı kayıtlarına 16. yüzyılda "Cemaat Tahtacıyan" olarak geçmişlerdir. Bazı bilgilere göre Tahtacılar 11. yüzyılda Anadolu’ya göçen "Ağaçeri"’lerin soyundan gelen bir topluluk. Tahtacılar çoğunlukla göçebelikten yerleşik düzene geçmiş durumdalar.

Tahtacılar tarih boyunca bir çok batılı araştırmacının dikkatini çekmişlerdir. Bu araştırmacıların dikkatini en çok Aleviliği uygulama biçimleri ve doğayla olan ilişkileri çekmiştir.

Tahtacılar tarih boyunca hep doğayla iç içe yaşamışlardır. Doğayı sevmek, onunla birlik olmak, onu yaşamın kaynağı olarak görmek... Bununla beraber Tahtacılar doğal bitkilerden elde ettikleri ilaçlarla kendi dertlerinin dermanını kendileri bulmuşlardır. Yine Tahtacıların giyim kuşamları, el sanatları, yemek kültürleri ile büyük bir kültürel zenginliğe sahipler. Örneğin desen desen halıları, yine büyük kıl çadırlar. Bu çadırlar yağmur geçirmez. Kışın sıcak, yazın serinletici olurlar. Bütün bu özgünlüklerle beraber Alevi öğretisini uygulamaları, Alevi inancının kadına verdiği özgürlüğü yaşamsallaştırmaları, tarih boyunca ve günümüzde bütün Alevilerde olduğu gibi Tahtacılar için de bir aşağılanma konusu olmuşlardır. Tahtacı kadını gerçek anlamıyla yiğit bir kadındır. Zorlu göçebelik koşullarında işin en büyük kısmı Tahtacı kadınının omuzundadır. Tahtacı kadını ana olarak fedakârdır, çocukların bakımı, klasik ev (çadır) işleri, hayvanların bakımı ve hayvansal ürünlerin üretime dönüştürülmesi, bütün bunları Tahtacı kadını gerçekleştiriyor. Bunun yanı sıra dağ koşullarında oluşan yiğitlik ve özgürlük. Yiğitliği iki anlamda kullanabiliriz. Hem fiziksel hem ruhsal yiğitlik.

Başta da belirttiğimiz gibi Tahtacılar Alevi toplumunun önemli bir öğesi durumundadır. Günümüzde her ne kadar yerleşik hayata geçip kendilerine Tahtacı denilmesinden hoşlanmasalar da, Tahtacılar gerçek anlamıyla büyük bir kültürel zenginliğe sahiptirler. Bu zenginlikler salt Tahtacı Aleviler ve diğer Alevi topluluklar için değil, bütün insanlık için bir değerdirler.



Yobazlık nedir ve yobaz kimdir?

Eskimiş, kokuşmuş, kirlenmiş, bozulmuş, miadını doldurmuş olan düşünce ve yaşam biçimini inatla savunan, bunun doğruluğuna katî bir şekilde inanan ve bu doğruluğu kendine yaşam biçimi seçerek dolaylı ya da direkt bunu diğer insanlara dayatan insan yobazdır. Bu yobaz kavramını daha çeşitli örneklerle ele alıp değerlendirmekte mümkün. Fakat öz itibariyle yobaz, geriliği temsil eden kişidir.

Yobazlık gericiliktir. Yobazla muhafazakâr karıştırılmasın. Yine yobazlığı geriye gitme şeklinde belirtirken, bu her türlü yozluğu yenilik adına sunan ve sahiplenen olarak anlaşılmasın. Nasıl ki yobazlık eskimişi, köhnemişi, kirlenmişi temsil ediyorsa; yozluk da yenilik adına sapıtmışı, dejenere edilmişi temsil etmektedir. Yobazlığa da, yozluğa da karşı olmak gerekiyor.



İsmaillilik nedir?

İsmaillilik diye de bilinen İsmailliye mezhebi, adını altıncı imam Caferi Sadık’ın oğlu İsmail’den almaktadır.

İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Zeynel Abidin, İmam Muhammed Bakır ve İmam Caferi Sadık’tan sonra gelen yedinci İmam konusunda anlaşmazlık çıktı. Alevilerin büyük çoğunluğu yedinci imam olarak Musa Kazım’ı tanıdı. Bir kısım Alevi ise yedinci imam olarak İsmail’i tanıdı.

İsmaillilik daha çok Fatımiler vasıtasıyla kuzey Afrika’da gelişim buldu. Diğer Aleviler kadar olmasa da daha bir çok coğrafyada taraftar buldu. İsmailiye’nin diğer Alevi mezheplerinden farkları, talidir. Öz aynıdır. Yine coğrafyanın belli etkileri ve imamlık seçimi konusunda anlaşmazlık olmasına rağmen bir çok noktada birliktelik vardır.

Günümüzde az sayıda da olsa İsmaillilik taraftarı vardır. İsmaillilik diğer Alevi mezhepler gibi tarih boyunca baskılara uğramış, bu baskıların neticesinde çok sayıda taraftarını kaybetmiştir. Bütün asimilasyona rağmen İsmaillilik belki Fatımiler dönemindeki kadar etkin değil ama varlığını sürdürüyor. İsmailiye’yi bir zenginlik olarak algılamak gerekir. Ve onların doğrularına çağdaş ölçüler dahilinde, yine Ehlibeyt’e bağlılık temelinde saygı gösterilmesi gerekmektedir.



Kerbela ne anlama geliyor?

Kerbela günümüzde Irak sınırları içinde yer alan bir bölgenin adıdır.

Kerbela’yı önemli kılan; Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu üçüncü İmam Hüseyin’in 680’de Emevi halifesi Muaviye oğlu Yezid’in askerleri tarafından Kerbela’da şehit edilmesidir. Bu insanlık dışı katliam tarihe "Kerbela Olayı" olarak geçmiştir.



Kerbela Olayının Aleviler için önemi nedir ve Kerbela Olayı nasıl gelişti?

Kerbela olayı aradan asırlar da geçse unutulmayacak kadar derin, anlamlı, öğreticidir.

Kerbela, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada kutsallığı, mazlumu, aydınlığı temsil etmektedir.

Kerbela Olayı’nın kökeni Hz. Peygamberin veda hacı’na ve yazılmayan vasiyetine kadar gider. Bilindiği gibi Hz. Muhammed peygamberliğini açıkladıktan sonra İslamiyet hızla gelişti. Bu gelişme Mekkeli müşrikleri telaşlandırdı. Onlar Hz. Muhammed’e olmadık engeller çıkardılar. Hz. Muhammed bütün bu engelleri aştı. Hz. Muhammed bütün bu müşriklerin, putperestlerin çıkardığı sorunlar ve engellerle mücadelede en büyük yardımı Hz. Ali’den görüyordu. Hz. Ali Peygamberin yanında eğitim almış, İslamiyet’i ilk kabul etmiş ve ayni zamanda Peygamberin kızı Hz. Fatma ile evlenerek Peygamberin soyunun sürdürücüsü olmuştu. Hz. Ali Kuran’da geçen ve onlarca hadiste geçen Ehlibeyt’tendir. Ehlibeyt Hz. Muhammed’in ailesi demektir. Ehlibeyt Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır.

Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra İslam dini gelişmeye devam etti. O kadar gelişti ki, Mekkeli putperestler bile Müslüman oldular. İşte bu putperestlerin içinde Mekke’nin en zengin kişilerinden biri olan Ebu Süfyan da vardı. Ebu Süfyan ve benzerleri İslam’a Peygambere inandıkları için Müslüman olmadılar. Onlar gelişen İslamiyet’in maddi değerlerine sahip olmak için Müslüman oluyorlardı. Hz. Muhammed bütün bunları görüyor ve ona göre de önlem alıyordu. Hz. Muhammed çok açık bir şekilde kendisinden sonra Müslümanların önderinin (Halifesinin) Hz. Ali olması gerektiğini beyan etmiştir. Ama bütün bunlar hiçe sayıldı. Hz. Muhammed’in vefatından sonra bu eskinin putperest, müşrik bezirganları bir ara geçiş dönemi hazırladılar. Bu dönemde sırasıyla Ebubekir, Ömer ve Osman halife oldular. Daha sonraki dönemde ise Hz. Ali halife oldu. Hz. Ali’nin halifeliği daha baştan engellenmiş ve onun aşağılanması, yiğitliğinin, fedakârlığının basitleştirilmesi sağlanmıştı. Hz. Ali bütün bu oyunlara karşı doğru bildiği Hak yolundan şaşmamış, dünya malına, paraya pula tamah göstermemişti. Hz. Ali kendisine yapılan onca haksızlığa karşın sabır göstermiş, İslam toplumunun içine nifak sokulmasın diye, kan dökülmesin diye insanları doğruluğa davetini sürdürmüştür. Ama ne yazık ki, Hz. Ali’nin bütün bu çabalarına karşın dünya malına tamah gösterenler, gözünü iktidar hırsı bürümüş olanlar bunu anlamıyordu. Nitekim Ebu Süfyan oğlu Muaviye yaptığı bin bir dalavere ve haksızlıkla kendisini halife ilân ediyordu. İslamiyet’i bir iktidar aracı olarak görüyordu. Muaviye Hilafeti de babadan oğula geçecek bir kurum olarak şekillendiriyordu. Muaviye dönemindeki Emevi saltanatı salt Hilafet için değil, aynı zamanda kendi iktidarlarına hizmet edecek bütün din dışı gelenekleri, töreleri, adetleri din adına kurallaştırıyor, kurumlaştırıyordu.

Hz. Ali ve Ehlibeyt var gücüyle bütün olumsuzlukları gidermeye çalışıyor, insanları gerçeğe davete devam ediyorlardı. Ama Muaviye acımasızdı. Hz. Ali şehit ediliyor, ardından ikinci imam Hasan zehirlettirilerek şehit ediliyordu. Bu arada Muaviye ölüyor, yerine oğlu Yezid geçiyordu. Yezid kendi iktidarı için İmam Hüseyin’i tehlikeli görüyordu. Çünkü İmam Hüseyin Ehlibeyttendir. Yani Hz. Peygamberin torunu, Hz. Ali’nin oğluydu. O, doğruluğun, hakkın, adaletin, gerçeklerin yılmaz savunucusuydu.

Bu arada Emevi saraylarında din dışı ne varsa din adına meşru gösteriliyordu. Halk isyan ediyor ama Emevilerin kurduğu askeri teşkilat halka göz açtırmıyordu. İşte Küfe halkı da baskılardan bıkmıştı. Küfeliler her gün İmam Hüseyin’e davet üstüne davet gönderip, kendisini halife olarak kabul ettiklerini belirtiyorlardı. İmam Hüseyin engin öngörüsüyle Küfelilerin ihanet edebileceklerini biliyor buna karşın kendi sorunluluğunun gereğini yerine getireceğini söylüyordu. Ve İmam Hüseyin yakın aile çevresi ile Küfe’ye varmak için yola çıkıyordu. Emevi saltanatının sürdürücüsü lanetli Yezid bu durumu haber alıyor ve önüne engeller çıkarıyor, onu öldürmek için planlar kuruyordu. Yezid ve taraftarları Küfelilerden Hz. Hüseyin taraftarlarını baskı altına aldılar. Bazılarını ise rüşvetle ve çeşitli vaatlerle İmam Hüseyin’den bağlılıklarını vazgeçirdiler. İmam Hüseyin’in ailesi yaklaşık 70 kişiden oluşuyordu. Buna karşın Yezid’in ordusu ise binlerce kişiden. Yezid’in komutanları, İmam Hüseyin’e Yezid’e biat etmesini ve böylelikle onu bırakacaklarını söylediler. İmam Hüseyin asla zalime biat etmeyeceğini, boyun eğmeyeceğini ve gerekirse bunun için şehit olacağını defalarca tekrarladı.

İmam Hüseyin dediği gibi yaptı ve Yezid’e biat etmeyerek, onurlu bir şekilde direnerek şehit düştü.

Kerbela Olayı İslam’da safları netleştirmiştir. Zalime asla biat edilmeyeceğini göstermiştir. Alevilik inancında Kerbela Olayı büyük bir öneme haizdir. Aleviler dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, adları ne olursa olsunlar, Hz. Hüseyin’e bağlıdırlar. Onun için oruç tutarlar, yas tutarlar. Onun çektiği acıları bir nebze de olsa hissetmek için çile çekerler. Aleviler sadece yas tutarak İmam Hüseyin’i anmazlar. Aynı zamanda ondan her defasından bir şeyler öğrenirler. Dünya döndükçe, insanlar varoldu kça Kerbela unutulmayacak.



Nusayrilik nedir?

Adını kurucusu Muhammed Bin Nusayri’den alan Nusayrilik daha çok Ortadoğu ve Anadolu’da gelişmiş, taraftar bulmuştur.

Nusayriler tarih boyunca en çok ezilen Alevi fırkalar arasında ilk sıralarda yer alırlar. Nusayrilere insan onurunu zedeleyen yakıştırmalar, aşağılanmalar, iftiralar yapılmıştır. Günümüzde dahi bu tür sapkın düşünceli kimseler Nusayrileri aşağılamaya, karalamaya, küçük düşürmeye devam ediyorlar.

Nusayriliğin kurucusu olarak tanımlanan Muhammed Bin Nusayr, on birinci (11.) imam Hasan Askeri zamanında yaşamıştır. 11. imam Hasan Askeri’nin en sadık, bilgin öğrencilerindendi.

Nusayriliği diğer Ehlibeyt mezheplerinden/örgütlenmelerinden ayrı tutamayız. Nusayrilikte kesin bir Ehlibeyt bağlılığı vardır. Nusayriliğin inanç temelleri bu bağlılık temelinde şekillenmiştir. Tarih boyunca bazı akımlar ve kimseler Nusayriliği Ehlibeyt dışına atmaya çalıştılar. Ama bunda başarılı olamadılar. Nusayriliğin inanç esasları, bazı şahsiyetsizlerin iftiralarına karşın Ehlibeyt ve On İki İmamlar sevgisi ve bağlılığı temelinde oluşmuştur.

Anlaşılması ve bilinmesi gereken; Nusayrilik bir Alevi inancıdır. Farklılıkları, özgünlükleri olmasına karşın bir Alevi inancıdır. Bu farklılık ve özgünlükler birer zenginlik ve kazanımdır. Nusayrilik bütün çarpıtmalara, karalamalara, saptırılmalara rağmen günümüzde de varlığını sürdüren Ehlibeyt ve On İki İmamlar’a bağlı bir Alevi inancıdır.



Dört Kapı Kırk Makam nedir?

Dört kapı kırk makam şeklinde ilkeleşen ve insanı "insanı kamil" (olgun insan) olmaya götüren ilkeleri Hünkâr Hacı Bektaşı Veli tespit etmiştir. Bu ilkeler aşama aşama olup insanı olgunluğa götürür. Ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bunları şöyle özetlemiştir: "Kul, Tanrıya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur. Bu makamların onu Şeriat içinde, onu Tarikat içinde, onu Marifet içinde ve onu da Hakikat içindedir."

Sıradan bir insan bu dört kapı ve bu dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek, ruhunu ve benliğini ergin hale getirerek Kamil insan olur. Kamil insan da ilâhi sırra erişendir.



ŞERİAT MAKAMLARI:

1. İman etmek
2. İlim öğrenmek
3. İbadet etmek
4. Haramdan uzaklaşmak
5. Ailesine faydalı olmak
6. Çevreye zarar vermemek
7. Peygamberin emirlerine uymak
8. Şefkatli olmak
9. Temiz olmak
10. Yaramaz işlerden sakınmak
Şeriat kapısını ve Makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Kendi öz benliğini kötülükten arıtmayan, gelişmemiş, olgunlaşmamış insanın, din kuralları ve yasalar zoruyla eğitilmesi, kişilere ve topluma zarar verecek hareketlerde bulunmasına meydan verilmemesidir.



TARİKAT MAKAMLARI:

1. Tövbe etmek
2. Mürşidin öğütlerine uymak
3. Temiz giyinmek
4. İyilik yolunda savaşmak
5. Hizmet etmeyi sevmek
6. Haksızlıktan korkmak
7. Ümitsizliğe düşmemek
8. İbret almak
9. Nimet dağıtmak
10. Özünü fakir görmek
Tarikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
İnsanın kendi öz iradesiyle hiç bir dış zorlama olmadan her türlü kötülüğü benliğinden kovabilmesi, elinden gelebilecek tüm iyilikleri hiç kimseden esirgememesi aşamasıdır.



MARİFET MAKAMLARI:

1. Edepli olmak
2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak
3. Perhizkârlık
4. Sabır ve kanaat
5. Utanmak
6. Cömertlik
7. İlim
8. Hoşgörü
9. Özünü bilmek
10. Ariflik (kendini bilme
Marifet kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Duygu ve ilimde en yüksek düzeye ulaşmak, tanrısal sırlara erişmektir.



HAKİKAT MAKAMLARI:

1. Alçak gönüllü olmak
2. Kimsenin ayıbını görmemek
3. Yapabileceği hiç bir iyiliği esirgememek
4. Allahın her yarattığını sevmek
5. Tüm insanları bir görmek
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek
7. Gerçeği gizlememek
8. Manayı bilmek
9. Tanrısal sırrı öğrenme k
10. Allahın varlığına ulaşmak
Hakikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Hakkı görmek, zaman ve mekân içinde tanrısal demin gücü içinde erimektir.



“Eline, Beline, Diline sahip ol” ne anlama geliyor?

Herhalde dünyada anlamı bu kadar derin ve kapsamlı olan ama aynı zamanda sadece üç sözcük olan başka bir kavram yoktur. Bazılarının onlarca kitaba, yüz binlerce sözcüğe sığdıramadığını Alevi önderi Hacı Bektaş Veli üç sözcükle anlatmış. ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OL.

İnsanın bu üç organı toplumu ve insanı geliştirdiği, özgürleştirdiği gibi aynı zamanda insanı ve toplumu düşkünleştirir, yozlaştırır. Ulu Hünkâr bütün bu gerçeklikten yola çıkarak Alevi inancında sağlam bir ahlâk sistemi kurmuştur. Şimdi bu ahlâk sistemini biraz daha inceleyelim:

EL: İnsanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur. İnsan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.

BEL: İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadı mı her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. Bunun zıddı olan, yani insan cinselliği olumlu anlamda bir üreme aracı olarak değerlendirdiğinde sonuç yine toplumsal ve bireysel huzur olur. Yine insan doğan çocuğuna gereken ilgiyi göstermedi mi o çocuk toplumun başına belâ olur, her türlü zararlı olaya açık olur. Demek ki; insan eline, beline hâkim olmakla salt hayvani güdülerini dizginlemiyor. Bununla beraber oluşturduğu aile sistemiyle kendisinin vesile olduğu çocuğunu da eğitiyor.

DİL: Dil insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.

Ulu Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Makalat adlı kitabında şöyle sesleniyor insanlığa: "İnsanın üç iyi dostu vardır. Öldüğünde, bunlardan biri evde, öbürü yolda kalır. Üçüncüsü ise kendisiyle birlikte gider. Evde kalan malı, yolda kalan dostlarıdır. Kendisiyle giden ise iyiliğidir."

Bir insan Eline, Beline, Diline sahip olduğu müddetçe iyi bir insandır. Eline sahip olmakla; kendisini her türlü şiddetten, hırsızlıktan, cinayetten korumuş olur. Beline sahip olmakla; çocuğuna iyi bir baba, eşine ise iyi bir eş olur. Yoksa her türlü hayvani güdüyü tatmin etmek için ömrünü geçirir. Diline sahip olan ise kendisini her türlü yalandan, sahtelikten korumuş olur. Eğer insanlık bu ilkeleri asgari bir şekilde uygulasa her türlü yozluğun ve yobazlığın sonu gelir.



Alevi deyişlerinde sıkça gecen “Kırklar” kimleridir ve ne anlama geliyor?

Kırklarla ilgili farklı anlatımlar var. Ama bu zamanı, mekânı farklı anlatımların hemen hemen hepsinin özü aynıdır. Bu ortak öze göre Kırklar; bir gün Hz. Muhammed, Medine’de yaptırdığı ibadethanenin bitişiğindeki toplantı yerine gelir ve kapıya vurur, içeride Kırklar toplantı halindedirler. Yalnızca bir iş için dışarıda bulunan Salman-i Farisi orada yoktur. Hz. Muhammed’e kapıyı açmadan kim olduğunu sorarlar. Peygamber olduğunu söyleyince, "bizim içimizde peygamberin yeri yok" diyerek kapıyı açmazlar. Hz. Muhammed üzülerek geri döner. Yolda, kulağına Tanrıdan bir ses gelir. Bu sese uyarak tekrar kapıyı çalar. Kim o dendiğinde "kavmin seyyidi, yoksulların hizmetçisiyim" karşılığını verir ve kapı açılır. İçerdekilere kimler olduğunu sorar. Onlarda "biz Kırklarız, toplandık, konuşuyoruz" derler. Hz. Muhammed, "siz kırk değil, otuz dokuz kişisiniz" deyince, onlarda "biz kırk kişiyiz, kırkımızda bir kişiyiz" karşılığını verirler. Hz. Muhammed kararsızlık geçirince Hz. Ali koluna bir kesik atar, otuz dokuz kişinin kolundan yere birer damla kan akar. Bu kan damlalarının ortasına bir damla kan da çatıdan düşer. Bu, dışarıda görevli olarak bulunan Salmanı Farisi’nin kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu sarar ve kanı durur. Bundan sonra Salmani Farisi elinde bir üzüm tanesiyle içeri girer ve Hz. Muhammed’e; "al bunu pay et" der. Hz. Muhammed’de üzüm tanesini ezer ve suyunu kırk kişiye pay eder. Üzüm suyundan içen kırk kişi kendilerinden geçerek ayağa kalkıp dönmeye başlarlar. Hz. Muhammed’de onlara eşlik eder. Bir ara Hz. Muhammed’in takkesi yere düşer. Bunu alıp kırka bölerler ve kuşak yapıp bellerine sararlar.

İnanca göre diğer insanlardan farklı ama kim oldukları bilinmeyen Allah dostu erenler vardır. Bunlara "Gayb Erenler" de deniliyor. Kırklarında hepsinin kimler oldukları bilinmiyor. Ama Cem ibadetine kaynaklık ettikleri de bir gerçek.



Yunus Emre Alevimiydi?

Her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa da Yunus Emre bir Alevidir.

Sanatıyla, düşüncesiyle kendinden sonraki kuşakları etkileyecek kadar büyük bir kişilik Yunus Emre, bu kişiliğe giden yolda ilk dersi büyük Alevi önderi Hacı Bektaş-ı Veli’den almıştır.

Yunus Emre Anadolu’da hüküm süren Selçuklu devletinin halkı zulüm altında tuttuğu, baskılar uyguladığı ve bir de durmaksızın yinelenen Moğol saldırılarının olduğu bir dönemde yaşamıştır. Bu dönemde bir de kıtlık olunca Anadolu insanı daha da perişan oldu. Perişan olanlardan biri de Yunus Emre’ydi. Hacı Bektaşı Veli’nin yapıtlarından "Vilayetname"’de geçen anlatıma göre Yunus Emre bu kıtlık olan yılda köyünden yola çıkarak ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin dergâhına varıp biraz buğday isteyecekti. Giderken eli boş gitmemek için yolda heybesine alıç doldurdu. Ulu Hünkâr’ın huzuruna varıp halini anlattı. Bir kaç gün misafir kaldıktan sonra gitme vakti gelmişti. Hünkâr, Yunus’a şöyle dedi: "Buğday mı verelim nefes mi?" Yunus: "Nefesi ne edeyim, eşim çocukların aç bana buğday verin." Bunun üzerine Yunus’a buğday verdiler. Yunus dergâhtan ayrılınca yaptığı hatayı fark etti ve tekrar dergâha döndü. Halifeler durumu Hünkâr’a bildirdiler, o da: "Biz kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk. Varsın ondan nasibini alsın." dedi. İşte asırlardır güncelliğini ve derinliğini koruyan Yunus Emre kişiliğinin başlangıç noktası burasıdır. Yunus bundan sonra yıllarca Tapduk Emre’n